24 Ağustos 2016 Çarşamba

Kara Kıta'da Afrika Müslümanları



Batı Afrika'daki şartları anlamak için Sahraaltı'nın özünü oluşturan Timbuktu, Mali, Kanim, Borno ve Songhay Krallıkları'na bakabiliriz. Önümüze gelen tabloda, Batı Afrika Müslümanlarının durumunun, Orta Afrika Müslümanlarının durumundan iyi olmadığı görülecektir.
Orta Afrika Cumhuriyeti'nde (OAC) yaşayan Müslümanların maruz kaldığı ve zihinlerde Ortaçağ'daki din savaşlarını hatırlatan korku sahneleri üzerinde biraz düşündüm.
Acaba binlerce Müslümanın soykırıma uğratılması, geniş kapsamlı zorunlu bir tehcire maruz bırakılması ve bunun karşısında hiç kimsenin harekete geçmemesi, din özgürlüğü değerleriyle ve koruma sorumluluğu ile övünen uygar milletler için bir utanç değil midir?
Kendi kendime "Belki de bu korku sahneleri, İslam dünyasına hakim kolektif aklı kontrol altına alan komplo teorilerinin abartı ve endişeleri olabilir." dedim. Bazı İslami kurumlarımızın yaptığı kınamalardan ve yardım çağrılarından uzak durdum, tarafsız ve nesnel olması öngörülen uluslararası hukuk raporlarına dayandım.
Uluslararası Af Örgütü'nün (Amnesty International) 12 Şubat 2014 tarihinde yayınlanan son raporunda (raporun orijinal İngilizce metni), 'OAC'deki Müslümanlara yönelik saldırıların zorunlu tehcir gibi açık bir amaçla yapıldığı belirtti. İslam karşıtı Hristiyan milislerin, Müslümanları ülkeyi terk etmek veya öldürülmek arasında tercih yapmaları gereken yabancılar olarak gördükleri' vurgulandı.
Okumakta olduğunuz makale, genel olarak Afrika'daki İslami ortamı izlemeye çalışıyor. Afrika'nın İslami ortamı; bir yandan kıtanın sömürgecilik sonrası deneyimin çelişkilerini ve orada modern sivil devlet inşasının başarısızlığını, diğer yandan hakim Batı bilgi modelinin üstünlüğü sebebiyle anlayış eksikliğini ifade ediyor.
Belki de tüm bu etkenler, Afrika Müslümanlarının krizlerini yorumlama ve anlama olasılığına dair bir sorgulamaya sevk edebilir.

Terör ve soykırım ikilisi
Orta Afrika'daki Müslümanlara yönelik zorunlu tehcirler, hükümetin onayı ve hatta bizzat katılımıyla yapılıyor. Bu esnada Fransız "barış" güçlerinin eli kolu bağlı kalması, hem endişe verici hem de şaşırtıcı.
Bizler Mısır, Suriye, Libya ve diğer merkezi konumdaki bölgelerin dosyalarının gündeme hakim olması sebebiyle İslam dünyasının ilgilenemediği bir trajediyle karşı karşısındayız. Ülkedeki birçok şehir ve köyde, tüm Müslüman nüfus tehcir edildi. Kalanlar ise güvenli çıkış imkanı bulamadılar ve bu durum onları, cami ve kiliselerin avlularında barınmaya sevk etti.
Bazı uluslararası kaynaklara göre 67 bin Müslüman, yani ülkedeki toplam Müslüman nüfusun yüzde 10'u tehcir edildi.
İnsan bu tür felaketlerde, İslami anlamıyla sıkıntı ve zorluğun değerlerine sığınıyor ve büyük tarihçimiz Abdurrahman Ceberti'nin, Napolyon ve askerinin Kahire'deki Ezher Üniversitesi öğrencileri ve hocalarına bombalarla saldırdığını görünce sarf ettiği, "Allah'ım, bizi korktuklarımızdan kurtar!" şeklindeki duasını hatırlıyor.
Orta Afrika Müslümanlarının, ülkenin toplam nüfusunun yüzde 15'ini geçmeyen bir azınlık olduğu ve modern dünyamızda azınlıkların çokça zulüm ve baskıya maruz kaldığı söylenebilir. Ancak hiç kuşkusuz bu yaklaşım kabul edilemez tarzda meşrulaştırıcı bir yaklaşımdır.
Güney Afrika Cumhuriyeti'ndeki Müslümanların durumu, sömürgecilik sonrası İslami söylemin çelişkilerini yansıtıyor (ki bu söylem bazen davetçi Selefiliğe bazen de cihatçı radikalizme doğru kayıyor). 
Belki de bu durum, İslam medeniyetinin inşasında öncü rol oynamış olan Batı Afrika'daki sağlam İslam kütlesinin şartlarına bakmayı zorunlu kılıyor.
Oradaki şartları anlamak için Sahraaltı'nın özünü oluşturan Timbuktu, Mali, Kanim, Borno ve Songhay Krallıkları'na bakmamız yeterli olacaktır. Bu bölgeden mesela Nijerya'ya uzanıp, oradaki Boko Haram örgütünün, "kafir" devlete düşmanlığı da aşıp Allah'ın şeriatını uygulamamaları sebebiyle hem devlete hem topluma düşmanlığa dönüşen söylemini ele alalım. Önümüze gelen tabloda, Batı Afrika Müslümanlarının durumunun, Orta Afrika Müslümanlarının durumundan iyi olmadığı görülecektir.
Güney Afrika Cumhuriyeti'ndeki Müslümanların durumu, temelde sömürgecilik sonrası dönemdeki İslami söylemin çelişkilerini yansıtıyor (ki bu söylemin bazen davetçi Selefiliğe bazen de cihatçı radikalizme doğru kaydığını görüyoruz). Yine de Güney Afrika'daki Müslümanlar, genel itibarıyla Hristiyan geleneğinin doktrinleri veya prensiplerinin hakim olduğu toplumlarda yaşayan azınlıklardır.
Hindistan kökenli Güney Afrikalı merhum vaiz Ahmed Deedat'ın, hakim Hristiyan söylemle mücadelede benimsediği davet söyleminin, yine Güney Afrikalı düşünür Ferid İshak'ın sunduğu ilerici İslam söylemiyle farklılığı da bizleri hiç şaşırtmayacaktır.
Müslüman çoğunluğun yer aldığı Afrika'nın kuzey ve doğusunun daha iyi durumda olduğunu düşünmüyorum. Zira Somali, Libya, Cezayir ve Fas'ta yaşandığı üzere Batı sömürgeciliği ile mücadelede önemli rol oynayan cihatçı Sufi söylem yozlaştı. Bu yozlaşma nedeniyle cihaçı Sufi söylemin yerini, halifeliğe ve 'İslam Birliği' hayalinin gerçekleşmesine dayanan unsurlarıyla İslam ümmetçiliği kavramına iade-i itibar kazandıran radikal söylem aldı. Bu da dünyanın Darülislam ve Darülharb diye ikiye ayrılması anlamına geliyor.
Kuzey Afrika'daki yani kendi ifadeleriyle İslami Mağrip'teki El Kaide (İMEK) örgütü ile Afrika'nın doğusu, Sahil ve Sahraaltı bölgesindeki İMEK destekçisi gruplar, İslami söylemdeki bu köklü dönüşümü ifade ediyor. Radikal İslami söylem, bölgesel ve uluslararası güçlerin çoğu tarafından küresel terörün tezahürlerinden biri olarak görülüyor.

Anlama sorunu
Peki İslam'ın kıtasında nasıl bir yanlış yapıldı?
Fransız koloni yöneticisi ve tarihçi Hubert Deschamps, 1963 yılında Afrika'daki İslami yayılmayı anlatarak şöyle yazmıştı: "Afrika'da İslam'ın yayılmasının önünde hiçbir engel duramadı. İslam kuzeyde hemen yayıldı. Ardından Sahra'ya ve arkasına geçti. İlk çağından itibaren İslam, Arap Yarımadası'ndan Afrika'nın doğu sahiline geçti ve bu sahilden iç bölgelere, Kenya ve Tanganika'ya girdi, Afrika'nın göbeğindeki orman kordonuna girdi, göller platosuna geçti, Habeş platosuna akın etti, Batı sahili boyunca yayıldı, Hint alt-kıtası ve Malezya sakinlerinden gelen Müslüman göçmenlerle birlikte Afrika'nın güneyine girdi. Bugün bile yeni ufuklara yayılıyor."
İslam'ın Afrika'daki geleneksel dinler ve Hıristiyanlık aleyhine olan yayılması, Avrupa'daki uzman kesimlerin yazılarında demagojik propagandalar yapılmasına yol açtı. Bu propaganda, bugün dahi hakim.  
Kanımca Afrika'daki İslami durum, şu bir dizi yaklaşımı yeniden anlama ve gözden geçirmeye ihtiyaç duyuyor:
1. yaklaşım; bilimsel ve metodolojiktir. İslam'ın Afrika'daki geleneksel dinler ve Hristiyanlığın aleyhine yayılması, Avrupa'daki uzman kesimlerin yazılarında demagojik propagandalar yapılmasına yol açtı. Bu propaganda, bugün dahi hakim. Şöyle ki, 19. yüzyılın sonundan itibaren "Siyah İslam" olgusu etrafında konuşmalar başladı. Bu "Siyah İslam" tanımı, zamanla yeniden formüle edildi ve yorumlandı, siyah ırkların psikolojik özellikleriyle daha uyumlu hale geldi.
Bazı Afrikalı ve özellikle de Frankofon Afrikalı düşünürler, bu çağrıya olumlu karşılık verdiler ve İslam'ın yerel kaynaklarının veya 'Afrikalaşmasının' mümkün olduğunu belirttiler.
Sudan ve Orta Afrika Cumhuriyeti'nin trajedisi, Afrika'daki İslam olgusuyla ilgili tüm araştırmalarda Batı zihniyetinin yanlı tutumunu bir kez daha ifade ediyor.
İslamcıların Sudan'da 1989'da iktidara yükselmesinden itibaren Batı, oradaki çekişmenin dini boyutunu göstermeye ve İslam ile Hristiyanlık arasında bir çatışma gerçekleştiği yönünde gerçek dışı şekilde tasvirler vermeye çalışıyor.
Burada, tüm gayretiyle Sudan'daki iç savaşı etnik bir temizlik olarak göstermeye çalışan Amerikalı aktör George Clooney'nin çabalarını hatırlıyoruz. Britanyalı yönetmen ve yapıımcı James Miller da, 2001 yılında 'Kutsal Olmayan Savaş: Sudan'da Hristiyanlara Soykırım' (Unholy War: Christian Genocide in Sudan) adıyla bir belgesel film çekmişti.
İşin garibi, hiç kimse şu önemli soruyu sormadı: Acaba Orta Afrika'da yaşananlara kıyasla binlerce Hristiyan öldürülseydi veya İslam ülkesinden tehcir edilseydi neler olurdu? Yanıt kesinlikle biliniyor. İslam'ın şiddetinden, dini haklara ve özgürlüklere saygısızlıktan bahsedilirdi. Tabi bu da uluslararası insani müdahale ilkesinin işletilmesinin zorunlu hale gelmesi demek.
2. yaklaşım; sömürge mirasının yapısı ve bu mirasın Afrika'daki İslam olgusuyla olan ilişkisiyle irtibatlıdır. 'Afrika devleti' sömürgenin ürünüdür. Yani temeli yapaydır. Bölge- devletin damarı- (15. yüzyıl sonu ve 16. yüzyılda başlayan) birinci sömürgeci saldırıyı yöneten güç manzumesi çerçevesinde sömürgeci gücün keyfi tanımlamasının ürünüdür.
Sömürgecilik, Batılı laik geleneklere doymuş kültürlü bir Afrika elit sınıf yarattı. Bunun amacı da bağımsızlık sonrası dönemde iktidarın bu sınıfın eline geçebilmesi, böylece idaredeki emperyalist mirasın korunabilmesiydi.
Bu hâl, Batılılaşmış yeni iktidar sınıfının sömürgecilerin geçmişte başarısız kaldıkları konularda başarıya ulaşmasını sağladı. Burada Leopold Sedar Senghor (1960-80) dönemideki Senegal, Siad Barre (1969-91) dönemindeki Somali ve Ali Suveylih (1976-78) dönemindeki Komorlar'ın durumunu zikredebiliriz.
3. yaklaşım; ana hatlarıyla Batı ve yerel yönetimler tarafından terörle damgalanan radikal söylemin yükselişini bize açıklıyor. Bu yaklaşım, sosyalizm ve liberalizm gibi laik ideolojileri benimseyen ulus devlet projesidir.
Demokrasinin olmayışı ve Afrika gerçeğinde yolsuzluğun yayılması [ki bu da Afrika laik kalkınma (Rönesans) modelinin çökmesi anlamına geliyordu], dini referansa dayanan alternatif bir bakış açısını meydana getirdi.
İslam şeriatının Nijerya'nın kuzeyinde uygulanması, Somali'de Eş Şebab örgütünün ortaya çıkışı ve Sahil ile Sahraaltı bölgesindeki cihatçı hareketlerin büyümesi deneyimlerini gözden geçirerek bu eğilimi anlayabiliriz.
Afrika'daki modern radikal İslami hareketleri, üç kaynaktan ilham alıyor: Mısır'daki Müslüman Kardeşler'in fikri geleneği, Pakistanlı alim Ebu Ala Mevdudi'nin mirası, Afrika'nın doğu ve bağımsız İslam devleti kurulması çağrısı yapan 1979 İran İslam Devrimi'nin gelenekleri.
Afrika'daki modern radikal İslami hareketlerin söyleminin fikri köklerinin (ilk anda homojen değilmiş gibi görünen) üç kaynaktan ilham alması dikkat çekicidir:
Birincisi; Mısır'daki Müslüman Kardeşler hareketinin (İhvan'ın) fikri geleneğinin, Afrika'nın birçok yerindeki siyasal İslam için ilham kaynağı oluşturmasıydı.
İkincisi; Pakistanlı alim Ebu Ala Mevdudi'nin mirasının, Afrika'nın doğu ve güneyindeki önemli orandaki Asyalı kuşaklarının varlığı gereği, birçok İslami hareketin doğuşu ve gelişimini etkilemesiydi.
Üçüncüsü; bağımsız İslam devleti kurulması çağrısı yapan radikal İslami söylemi benimsemiş 1979 İran İslam Devrimi'nin gelenekleriyle irtibatlıydı.

Ne yapmalı?
Bizler Afrika'daki İslam'ı, terör çekici ile Batılı komplo ve toplu soykırım orağı arasında sınırlayan bu ideolojik sorunun esaretini anlamalı ve ondan kurtulmalıyız.
Birçok ülke, Nijerya'da olduğu gibi içeriden destek alınan güvenlik çözümlerine veya Somali ve Mali'de olduğu gibi dış desteğe başvurmakta gecikmedi. Bu da Apartheid rejiminin düşmesi sonrası Güney Afrika Cumhuriyeti deneyiminde yaşandığı üzere ulus devleti yeniden inşa etmeyi amaçlayan genel bir akımı ortaya çıkaracak uzlaşmacı çözümlerin gerilediği anlamına geliyor.
Hiç kuşkusuz Boko Haram örgütünün şiddetiyle mücadele etmek hedefiyle toplum milislerinin oluşturulduğu Nijerya deneyiminde yaşandığı gibi, bu radikal hareketlere karşı koymak için toplumu kışkırtmanın tehlikeleri, toplumun homojenliğine ve istikrarına zarar veren olumsuz sonuçlara götürebilir.
Afrika'nın sorunu (din değişkenini bir yana bırakırsak) iki gelişmeden kaynaklanan nedenlerde saklıdır:
1) Yurttaşlık, eşitlik ve adalet değerlerine, tek kimliğin yaratılmasına vurgu yapan ulus devlet projesinin başarısızlığı.
2) Uluslararası saldırıların Afrika'nın kaynaklarını sömürmek ve kıtanın kalkınma yürüyüşünü engellemek amacıyla yeni yüzlerle geri dönüşü.
Petrol ve uranyum kokusu, bizlere Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Güney Sudan'daki Fransız ve Amerikan varlığının sırrını açıklamıyor mu?
Dolayısıyla Afrika'daki İslam toplumlarının yaşam gerçeğinin açıklaması, tarihi deneyime dayanmalı ve bu toplumların uygarlık ve dini bağlamını dikkate almalıdır.
Afrika'da din ile siyaset arasındaki ilişki tartışmasındaki belirgin dönüşümün (özellikle de devletin laikliğine yönelik tutumun), iki hususa dayandığı da unutulmamalıdır:
Birinci husus; Müslüman toplumların çoğunluğunun içinde bulunduğu yoksulluk ve geri kalmışlık.
İkinci husus; Afrika'nın 11 Eylül 2001olayları akabinde yaşadığı bölgesel ve uluslararası dönüşümler. 
Yazar: Hamdi Abdurrahman, Kahire ve Zayid Üniversiteleri’nde Siyaset Bilimi öğretim üyesidir.
Portre: Aliya İzzetbegoviç



1925 yılında Bosanska Kruba şehrinde doğan Aliya İzzetbegoviç Saraybosna’da büyüdü. 1943 yılında Alman Erkek Lisesi’ni bitiren Aliya, 2. Dünya Savaşı boyunca faşist ideolojiye, daha sonra ise komünist ideoloji ve uygulamalarına karşı çıkarak Mladi Müslümani (Genç Müslümanlar) isimli, kolej ve üniversite öğrencilerinden oluşan ve Bosnalı Müslümanları 2. Dünya Savaşı sırasında yaşanan biyolojik soykırımdan; savaş sonrasında ise manevi soykırımdan kurtarmak amacını güden bir organizasyonun kurucusu oldu.

Mücadele içinde geçen hayatında çeşitli zorluklar yaşayan Aliya İzzetbegoviç ilk kez 1946 yılında tutuklandı ve 1949 yılına kadar hapiste kaldı. O dönemde komünist rejim, Mladi Müslümani örgütüne mensup arkadaşlarından çoğunu öldürdü, binlercesini de senelerce hapsetti. Bu, Güneydoğu Avrupa’da ortaya çıkan en büyük anti-komünist hareketin yok ediliş biçimiydi. Entelektüel çalışmalarından dolayı komünist hükümet Aliya’yı ve 12 Bosnalı aydını, 1983 yılında yargılayarak 14 yıl hapis cezasına çarptırdı.

Aliya İzzetbegoviç, öncelikli olarak özgürlük, İslami düşüncenin çağımızda yeniden canlandırılması ve yaygınlaştırılması, günümüz Müslümanlarının vahim durumunun iyileştirilmesi, Batı ile İslam dünyası arasında ilişki kurulması, İslam ile diğer dünya dinleri arasında bağlantı kurulması gibi konuları ele aldı.

Tutuklanmadan evvel yayımlanan üç kitabı; İslam Rönesansı’nın Problemleri, Doğu-Batı Arasında İslam ve İslam Deklarasyonu idi. Bu kitaplar, Batılı gibi düşünen fakat Doğulu gibi hisseden bir Müslüman tarafından yazılmış ve en acımasız asırlardan birinin damgasını, “büyük ülke”nin planlarını, bonkör ve barbarca fikirlerin geçiş noktası olan, farklı kültür ve medeniyetlerin birlikte yaşadığı ve karıştığı “büyük bir sınır”daki talihsiz bir halkın kaderini yansıtmaktaydı.
Aliya İzzetbegoviç, İslam Deklarasyonu isimli kitabından dolayı 1983 yılında Saraybosna’da komünist mahkeme tarafından 14 yıl hapis istemiyle yargılandı. Ömrünün son 10 yılında, bu eserine yönelik devam eden saldırılar, fikirleri hakkında yapılan birçok tahrifat ve manipülasyon sebebiyle -ki bazı çevreler onun bu fikirleri dolayısıyla Bosnalılara yapılan vahşeti haklı göstermek istemiştir­­-­ bu kitabı hakkında yorum yapmak istememiş ve bu konuyu tarihe bırakmayı tercih etmiştir.
Siyasi bir örgüt oluşturmak: Aliya İzzetbegoviç, 1988 yılının sonunda Yugoslavya hükümetinin “sözlü muhalefet sebebiyle cezalandırılan bütün mahkûmların serbest bırakılması” kararıyla hapisten çıktı ama Yugoslavya’daki siyasi durum gün geçtikçe daha zor ve sıkıntılı bir hal alıyordu.
Siyasi bir örgütü bulunmayan Bosnalı Müslümanların, silahsız bir şekilde savaşla yüzleştikleri 2. Dünya Savaşı’nda tecrübe edilen durumun tekrarını önlemek için Aliya, 27 Mart 1990’da Demokratik Hareket Partisi (Stranka Demokratske Akcije-SDA) isimli bir parti kurdu. Böylece Bosna-Hersek’te sosyal demokratikleşme süreci başlamış ve çok partili sistemle tanışılmış oldu.
Yugoslavya’nın gerçekleştirilemeyen kurtuluşu: 18 Kasım 1990 tarihinde yapılan ilk çok partili seçimlerde SDA, parlamentodaki toplam 240 milletvekilliğinden 86’sını, Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin başkanlığını ve yedi üyeliğin üçünü kazanmıştı. Anayasal Bosna-Hersek Cumhuriyeti Başkanlığı toplantısında Aliya İzzetbegoviç başkan seçildi. Seçim sonuçlarına göre SDA ve Hırvat Demokratik Birlik Partisi (Hrvatska Demokratska Zajednica-HDZ) ve Sırp Demokratik Partisi (Srpska Demokratska Stranka-SDS)’nin koalisyonundan oluşan bir hükümet kuruldu. Fakat bu hükümet, Bosna-Hersek Cumhuriyeti ve onun iç anayasası hakkında tamamen birbirinden farklı olan görüşlerinden dolayı hiçbir zaman görev yapamadı.

Sırp rejiminin “Büyük Sırbistan”ı kurma kararından ve Miloşeviç ile Hırvat Cumhuriyeti Başkanı Franjo Tudjman arasında Bosna-Hersek’i bölmek için yapılan gizli mutabakattan dolayı, Yugoslavya dağılmaya başladı.

29 Şubat ve 1 Mart 1992 tarihlerinde ülkede referandum yapıldı. Vatandaşların %63’ü referanduma katıldı ve Bosna-Hersek’in özerkliği ve bağımsızlığı lehine oy kullandı. Referandumu baz alan Avrupa Birliği, Bosna-Hersek’i 6 Nisan 1992 yılında tanıdı. Bir gün sonra ABD de aynı kararı aldı. Aynı gün Radovan Karadziç ve Slobodan Miloşeviç, uluslararası platformda tanınan Bosna-Hersek’i, ülkenin Müslüman halkıyla birlikte diğer tüm vatansever yurttaşları yok etmek amacıyla, tamamen suç teşkil eden bir askerî saldırı başlattılar.

Bosnalı Sırpların liderleri, Bosna-Hersek referandumundan çıkan sonucu kabul etmemişler ve Sırp halkının bu konuda bağımsız bir şekilde tepki vermesinin önüne geçmişlerdi. SDS’nin lideri ve geleceğin savaş suçlusu Radovan Karadziç, parlamentonun açılış konuşmasında açık bir şekilde Müslümanları ve Bosna-Hersek barışını tehdit ediyordu.
Hızla gelişen savaş sürecinde, Bosna-Hersek Başkanlığı, Bosna-Hersek Cumhuriyeti ordusunu ve savaş hükümetini kurma kararı aldı.

Saraybosna cehenneminde: 2 Mayıs 1992 günü Aliya İzzetbegoviç, Başbakan Yardımcısı Zlatko Lagumdzija ve kendisinin resmî tercümanı olan kızı Sabina ile Lizbon’da yapılan barış görüşmelerinden dönerken Saraybosna Havaalanı’nda Yugoslav Halk Ordusu (JNA) tarafından gözaltına alındı. O gün, savunma kuvvetlerinin Saraybosna’yı kurtarmak için en önemli çatışmayı yaptıkları, en dramatik savaş günlerinden biri yaşandı.

Bu günlerde, hastanelerde ve morglarda hiç boş yer kalmamıştı; mezarlıklarda da yer kalmamıştı, ölü bedenler sokaklara dizilmişti. Cenaze törenleri keskin nişancıların en sevdiği yerler haline geldiğinden, defin işlemleri ya en az tehlikeli yerlerde (Kovaçi Parkı gibi) yapılıyor ya da şehitlerin toprağa verilmesi için gecenin karanlığı bekleniyordu.

En korkunç savaş günlerinde ülkesi her gün çocuklarını kaybediyorken, ülkesi kanlar içindeyken, Bilge Kral Aliya dininden, ailesinden ve milletinden aldığı ahlaki prensipleri kaybetmemişti. Herhangi bir ulusa karşı kötü veya zarar verici bir ifadeyi asla kullanmamış, asla intikam çağrısı yapmamış, iyiliğin kötülüğe galip geleceği gerçeğine inanmaktan vazgeçmemiş, küstah ve kibirli davranmamıştı. Bu tutumu ile o, İslam dünyasında yazar ve bilim insanlarına verilen en büyük ödül niteliğinde olan “Kral Faysal” ödülünü almaya layık görülmüştü.

srebrenitsaBM huzurunda soykırım: Saldırıların başından sonuna değin Aliya İzzetbegoviç, Bosna-Hersek ordusunu gizli bir şekilde silahlandırdı. Bu çalışmalar, savaş hattında bazı durum değişimlerine ve böylece müzakerelerin konumunun da değişmesine sebep oldu. Fakat 1995 yılının yazında, BM tarafından korunduğu söylenen Srebrenitsa ve Zepa’nın kuşatılmış bölgelerinde, Bosnalı Sırplardan oluşan siyasi ve askerî yapılar, Slobodan Miloşeviç rejiminin yardımıyla, bu bölgeyi ele geçirmek için silahsız erkek, kadın, çocuk ve gençlerden oluşan yaklaşık 13 bin kişiyi katlederek bir soykırım gerçekleştirdi. Bu soykırım dünya televizyonlarının, BM ve uluslararası toplumun bilgisi dâhilinde ve gözleri önünde gerçekleştirildi.

Savaşın son aşamasına ise Amerikan Askerî Üssü’nde, 21 Kasım 1995 tarihinde imzalanan Dayton Antlaşması ile ulaşılmış olundu. Bosna-Hersek devletinden üç temsilcinin yanı sıra, Sırbistan ve Hırvatistan siyasi temsilcileri ve dünya güçleri tarafından imzalanan bu anlaşma ile bir kez daha Bosna-Hersek’in özerkliği ve tarihî sınırları teyit edildi. Bosna grubu, ülkenin iki çok uluslu idari bölge şeklinde ayrılmasını kabul etmek zorunda kalmıştı. Anlaşmanın 7. ek maddesiyle bütün mültecilerin ve yerlerinden sürülen insanların özgürce evlerine geri dönmeleri teyit edildi.

Aliya İzzetbegoviç, hayatının sonuna kadar ülkeyi ve ülkenin kurumlarını güçlendirmek, mültecilerin dönüşünü ve işlenen savaş suçlarının mahkemeye taşınmasını sağlamak ve daha iyi uluslararası ilişkiler kurmak için mücadele etti.

Sağlık durumu kötü olmasına rağmen, savaştan sonraki dört yıl boyunca da ülkenin kalkınmasına önemli katkılarda bulundu. Birçok uluslararası konferansta, “Bosna Gayesi”ni, vurgulamaya devam etti. O, Doğu ile Batı’yı birleştirmek istiyordu. Sağlık durumu el vermediği için Ekim 2000’de Bosna-Hersek başkanlığı görevinden çekildi. Bir yıl sonra, SDA’nın ömür boyu onursal başkanı seçildi ve 9 Ekim 2003’te ebedi hayata göçtü. Onun düşüncelerine ve siyasi hedeflerine saygı duyan 150 binden fazla kişi, cenazesinde hazır bulundu. Naaşı, Kovaçi Şehitler Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Kaynak:İnsamer
Ülke Profili: Nijerya

Afrika’daki en kalabalık ülke Nijerya, aynı zamanda dünyadaki en fazla nüfusa sahip yedinci ülke. 1960 yılında İngiltere’den bağımsızlığını ilan eden Batı Afrika ülkesi Nijerya’da, askeri darbe dönemlerinin ardından 1999’da sivil yönetime geçildi.
Bu dönemde farklı dini ve etnik gruplar arasında çatışmalar başladı ve ülkede şiddet olayları hız kazandı. Bu grupların mücadelesi nedeniyle Nijerya'da son yıllarda binlerce kişi hayatını kaybetti.
Bazı eyaletlerde İslam kanunlarının uygulanması binlerce Hristiyanın yer değiştirmesine neden oldu.
Ülke, kuzeyde Müslümanlar ve güneyde Hristiyanlar arasında ikiye bölünmüş durumda. Kuzeyde 2002 yılından bu yana hükümet güçleri ve İslamcı Boko Haram örgütü arasında çatışmalar yaşanıyor.
Ülkeyi bölünmenin eşiğine getiren çatışmaların diğer nedenleri de işsizlik, yoksulluk ve toprak kavgası. 
Nijerya'da 1970’li yıllarda petrol üretiminde patlama yaşandı. Ülke şu anda da dünya piyasalarındaki yüksek petrol fiyatlardan faydalanıyor. Hükümet yolsuzluk ve kötü yönetim nedeniyle sık sık eleştriliyor, Nijerya Afrika’nın önde gelen petrol üreticilerinden olmasına rağmen halk fakirlik içinde.
2004 yılında petrol üretiminden yerel halkın daha fazla pay almasını isteyen silahlı gruplar, şiddet kampanyası başlatmış ve petrol üretim altyapısına zarar vermek için saldırılarda bulummuştu.
Bütçe gelirlerinin yaklaşık yüzde 80’i petrol sektörü tarafından karşılanıyor ve 2008’den bu yana ekonomik reformlar gerçekleştiriliyor.
Dış yatırıma açık olan ülkede güvenlik kaygıları, alt yapı ve enerji kaynaklarının yetersizliği yabancı sermayenin ülkeye girişini zorlaştırıyor.

Siyasi yapısı ve yakın tarihi
1960’ta İngiltere’den bağımsızlığını ilan eden ülke, yıllarca yolsuzluklar ve arka arkaya gelen askeri darbelerle yaşadı.
İlk darbe 1966 yılının ocak ayında genç solcular tarafından yapıldı ancak darbeciler merkezi bir hükümet kurmayı başaramadılar ve yönetimi orduya bıraktılar.
Buna karşılık kuzeydeki askeri yetkililer tarafından bir darbe daha yapıldı, Yakubu Gowon devlet başkanı oldu. Darbeler ülkede etnik gerilimin ve şiddetin tırmanmasına yol açarken, kuzeyin askeri darbesi sırasında binlerce kişi hayatını kaybetti.
Mayıs 1967’de ülkenin doğu bölgesi 'Biafra Cumhuriyeti' adıyla  bağımsızlığını ilan etti. Bunun ardından Nijerya’nın batı ve kuzeyi; güney ve doğusuna saldırdı.
6 Temmuz 1967’de iç savaş başladı, 30 ay süren savaşta Biafra uzun süre kuşatma altında kaldı. Bölgeye uygulanan ambargo ve kuşatma 1970 yılında sona erdi. Savaş sırasında eski doğu bölgesinde bir ila üç milyon arasında insanın öldüğü tahmin ediliyor.
1976-1979 yılları arasında ülkeyi askeri lider Olusegun Obasanjo yönetti. 1979 ila 1999 yılları arasında kısa süreli sivil yönetim denemeleri arka arkaya darbelerle engellendi. 
1999’da eski askeri lider Olusegun Obasanjo, yaklaşık 33 yıl boyunca aralıklarla süren askeri cunta dönemlerini sona erdirdi. Obasanjo, 1999 ve 2003 yıllarında seçime gitti. Bu seçimler uluslararası toplum tarafından özgür olmamakla eleştirilse de ülkenin demokrasi yönünde attığı önemli bir adımdı.
Sivil yönetimle birlikte yıllardır siyasete hakim olan parti, Demokratik Halk Partisi. 2007’de yapılan genel seçimlerde Demokratik Halk Partisi adayı Umaru Yar'Adua başkan seçildi. 5 Mayıs 2010’da Umaru Yar'Adua ölünce bugünkü devlet başkanı Goodluck Jonathan Nijerya’nın 14. devlet başkanı oldu.
Nijerya’da 1999’dan bu yana başkan, 469 parlamento üyesi ve 36 eyalet valisi seçimlerle belirleniyor.
Boko Haram Örgütü
Ülkenin kuzeyinde etkinlik gösteren Boko Haram örgütü, özellikle son yıllarda eylemlerini artırdı. İsmi ‘yabancı dilde eğitim günahtır’ anlamına gelen örgüt, 2003 yılında ismini duyurdu. İlk saldırısını 2004’te gerçekleştiren örgütün merkezi Nijerya’nın kuzey doğu ucundaki Maiduguri bölgesi.
Üyeleri siyah ya da kırmızı türban takan örgüt, Afganistan’daki Taliban’ın yapılanmasını örnek alıyor. Şeriatın yönetim biçimi olarak kabul edilmesini hedefleyen grup, Müslüman ya da Hristiyan, bu ideolojiyi reddeden herkesi ‘ihanetçi’ olarak değelendiriyor.
Nisan ayında video paylaşım sitesi Youtube’da yayınlanan bir videoda, grubun lideri olduğu söylenen Ebubakar Şekau, hükümeti üç ay içinde devirmeyi ve başkan Goodluck Jonathan’ı yok etmeyi planladığını açıklamıştı.
Boko Haram, en büyük saldırısını 2012’nin Ocak ayında gerçekleştirdi. Kano'da düzenlenen eş zamanlı bombalamalarda 186 kişi öldü. Ağustos 2011’de de BM binasına isabet eden bomba 23 kişinin ölümüne neden olmuştu.
Ekonomi
Petrol zengini Nijerya, siyasi istikrarsızlık, yolsuzluk, alt yapı eksikliği ve ekonominin kötü yönetilmesi nedeniyle zor günler yaşadı ancak 2008’den bu yana ekonomik reformlar uygulanıyor. Nijerya’nın eski askeri rejimleri ülkenin petrol sektörüne bağımlılığını azaltamadı. Ülkenin dış ticaret kazancının yüde 95’ini ve gelirinin yüzde 80’ini petrol oluşturuyor.
Ağustos 2000 yılında IMF ile imzalanan anlaşmaya göre, Nijerya IMF’den 1 milyar dolarlık kredi aldı. Bu tarihte borçlarını yeniden yapılandırmak için Paris Kulübü’yle de anlaştı. Ancak koşulları yerine getirmekte başarısız olduğu için 2002’de IMF programından çekildi. Kasım 2005’te Paris Kulübü’yle borçlarının 18 milyar dolarını 12 milyar dolarlık ödeme karşılığında silinmesi konusunda anlaşmaya vardı.
2008’den itibaren hükümet, IMF tarafından empoze edilen  piyasa odaklı reformları uygulamaya başladı. Petrol dışındaki sektörlerdeki büyüme ve ham petrol piyasasında fiyatların artışı nedeniyle Gayri Safi Yuritçi Hasıla (GSYH) 2007-2011 arasında hızla yükseldi. Başkan Jonathan, deneyimli üyelerden oluşan bir ekonomi takımı kurdu ve şeffaflık, ekonomik büyümede çeşitlilik, vergi düzenlemelerinin baştan ele alınması gibi konulada yeni düzenlemelere gitti.
Ülkede ekonomik büyümenin önündeki önemli engeller ise, altyapı eksikliği ve reformların yavaş uygulanması. Hükümet son dönemde yollar, tarım ve enerji alanında daha güçlü özel sektör ortaklıkları üzerinde çalışıyor.
Kaynak: Al Jazeera ve ajanslar

23 Ağustos 2016 Salı

Ülke Profili: Türkmenistan



TEMEL BİLGİLER
Başkent: Aşkabat
Yüzölçümü: 488,100 km²
Nüfusu: 5,153 milyon (2012)
Para Birimi: Manat
Dili: Türkmence

Kuruluş: 27 Ekim 1991

Siyasi tarih
Türkmenistan’ın bugün bulunduğu topraklar, tarih boyunca Pers imparatorlukları, Büyük İskender ve Müslüman ordularının egemenliğine tanıklık etti.
Topraklarının büyük bölümünü Karakum Çölü’nün oluşturduğu, 488.000 km yüzölçümüne sahip bir Orta Asya ülkesi olan Türkmenistan, 1800’lü yılların sonunda Rusya İmparatorluğu topraklarına dahil oldu.
Ülke 1924 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin egemenliğine girdi. Türkmenistan 1991 yılında Sovyetler’in dağılması üzerine bağımsızlığını kazandı.
‘Türkmenbaşı’ olarak bilinen Saparmurat Niyazov, ülkenin bağımsızlığını kazanmasından kısa bir süre önce, 1990 yılından  başlayarak, öldüğü tarih olan 2006 yılına kadar ‘Ömür Boyu Cumhurbaşkanı’ sıfatıyla Türkmenistan’ı yönetti.
Niyazov, uluslararası kamuoyu tarafından baskıcı olduğu ve insan hakları ihlallerine imza attığı gerekçesiyle yoğun biçimde eleştirildi.
Eski Cumhurbaşkanı, ülkeyi yönetirken uyguladığı keyfi politakalar, Türkmenistan’ı yönetmek için ‘Tanrı ile konuşarak yazdığını’ iddia ettiği ‘Ruhname’ isimli kitap ve aylara aile bireylerinin ismini vermesi gibi icraatlarıyla tartışma yarattı.
Kuruluşundan bu yana tek parti sistemine sahip olan Türkmenistan, Niyazov’un ölümünden beri Cumhurbaşkanı Gurbangulu Berdimuhammedov tarafından yönetiliyor.
Son dönemde doğalgaz ihracatı için Rusya ile işbirliğinin yanısıra, İran ve Çin ile doğalgaz alışverişinin sağlanması amacıyla yeni boru hatlarının kurulması ülkenin çehresini değiştirmeye başladı.

Ekonomi
Orta Asya’nın en fakir ülkelerinden Türkmenistan, oldukça büyük doğalgaz ve petrol rezervlerine sahip. Türkmenistan'da çalışmalarda bulunan İngiliz şirket Gaffney Cline and Associates, 21.2 trilyon metre küp rezerviyle Güney Yolöten-Osman gaz yatağının dünyanın en büyük 2. doğalgaz yatağı olduğunu açıkladı.
Ülkede iş gücünün yaklaşık yarısı tarım alanında çalışıyor olsa da bu alan Gayri Safi Yurtiçi Hasıla'nın sadece yüzde 10’unu oluşturuyor. En çok ihraç edilen maddeler arasında pamuk ve buğday yer alıyor.
Ülke, yüzde 60'lık işsizlik oranıyla bu alanda dünyanın en kötüleri arasında yer alıyor.
Yaklaşık 5 milyon nüfusu olan ülkede, gerekli ekonomik reformların yapılamaması nedeniyle uzun yıllardır süren sıkıntılar aşılamıyor.
Doğalgaz ve petrol kaynaklarının etkili kullanılamaması, yolsuzluğun ciddi boyutlara ulaşması ve düşük eğitim seviyesi gibi sorunlar ülkenin ekonomik gelişimine darbe vuruyor
Makro ekonomik anlamda bazı ilerlemeler sağlanmasına ve dış yatırımın teşvik edilmesine rağmen bürokratik engeller ülkeyi bir yatırım merkezi olmaktan uzaklaştırıyor.
Türkmenistan’da ekonomik verilerin büyük çoğunluğu gizli tutuluyor. Berdimuhammedov yönetiminin kurduğu yeni Devlet İstatistik Ajansı da birçok veriyi gerçeğinden farklı olarak kamuoyuna yansıtıyor. Bu yüzden ülkenin ekonomik büyüklüğü, kişi başına düşen milli gelir gibi belli verilerle ilgili kesin sayılara ulaşmak mümkün değil.

Dış ilişkiler
Özbekistan, Kazakistan, İran ve Afganistan ile komşu olan Türkmenistan, kendisi gibi dünyanın en büyük pamuk üreticilerinden olan Özbekistan ile su kaynaklarının paylaşımı konusunda anlaşmazlık yaşıyor. Ayrıca Türkmenistan ve Kazakistan arasında Hazar denizi ve su yataklarının kullanımıyla ilgili problemler bulunuyor.
Boru hatları konusunda Rusya’ya bağımlı olan ülkenin bu bağdan kurtulmak ve çeşitlilik sağlamak amacıyla bazı projeleri desteklemesi ise zaman zaman Moskova ile kriz yaşanmasına neden oluyor. Türkmenistan’ın Birleşmiş Milletler, UNESCO ve Dünya Sağlık Örgütü gibi kuruluşlara üyeliği bulunuyor.

Nüfus
Yüzde 85’ini Türkmenlerin oluşturduğu 5 milyon nüfuslu ülkenin, yüzde 5i Özbek, yüzde 4’ü ise Ruslardan meydana geliyor. Ülke nüfusunun yüzde 89’ü Müslüman, yüzde 9’luk kesim ise Ortodokslardan oluşuyor.
Ülkede ağırlıklı olarak konuşulan diller Türkmence ve Rusça. Bu iki dili Özbekçe takip ediyor. Ülkede okuma yazma oranı yüzde 99. Nüfusun büyüme hızı 2012 yılı itibariyle yüzde 1.14 olarak göze çarpıyor.
Ülke nüfusunun yüzde 69’unu 15 ile 64 yaş arasındakiler oluşturuyor. Nüfusun yüzde 27.5 ‘in 14 yaş altı, yüzde 4.1’ini ise 64 yaş ve üstü oluşturuyor.
Kaynak: Al Jazeera
Ülke Profili: Arnavutluk



TEMEL BİLGİLER
Başkent: Tiran
Yüzölçümü: 28.748 km²
Nüfus: 3.002.859 (2012)
Para birimi: Lek
Resmi dil: Arnavutça
Kuruluş: 28 Kasım 1912

Güney Avrupa ülkesi Arnavutluk, Balkan yarımadasında dağlık küçük bir ülkedir. Kuzeybatısında Karadağ, kuzeydoğusunda Kosova, doğusunda Makedonya, güney ve gümneydoğusunda ise Yunanistan bulunmaktadır. Batıda Adriyatik denizine, güneybatıda ise Ege Denizi'ne kıyısı vardır.
Etnik çeşitliliğin az olduğu ülkede nüfusun yüzde 95’ini Arnavutlar yüzde üçünü ise Yunanlar oluşturuyor. Ülkede nüfusun yüzde 70’i Müslüman, yüzde 20’si Ortodoks ve yüzde 10’u Katolik.

Yakın tarihi
Osmanlı İmparatorluğu’ndan 1912’de bağımsız olan Arnavutluk, 1939’da İtalya tarafından işgal edildi. İtalyanların ardından 1943’te Nazi Almanyası tarafından tekrar işgal edilen ülkede Enver Hoca liderliğindeki Komünist Parti direniş başlattı. 1944’te komünistler yönetimi devraldı. 1960’a kadar SSCB müttefiki olan ülke 1978’e kadar Çin ile yakınlaşma süreci yaşadı.
Arnavutluk’ta komünist rejim 46 yıl sürdü, daha sonra çoğulcu demokrasiye geçildi. 1991 yılında ilk kez çok partili seçim yapıldı. Ancak seçimin ardından çok sayıda cumhurbaşkanı ve başbakan değişti. Hükümetler, yüksek işsizlik oranı, yolsuzluk, altyapı eksikliği ve organize suçla mücadele etmek zorunda kaldı.
Nüfusunun önemli kısmını Arnavutların oluşturduğu Kosova’daki savaşın Arnavutluk için de bedeli ağır oldu. 1999 yılında Sırbistan'ın Kosova'ya saldırısı karşısında başlayan NATO operasyonunun ülke üzerinde büyük etkisi oldu.
Arnavutluk, Kosova’dan yoğun bir mülteci akınına maruz kaldı. Sırpların saldırılarından kaçan yaklaşlık 500 bin kişi ülkeye sığındı. Bu durum Arnavutluk’un zaten zayıf olan ekonomisi için büyük bir yük oluşturdu.
2009 yılında NATO’ya üye olan Arnavutluk, aynı yıl AB’ye resmi üyelik başvurusunu da yaptı. Reformları teşvik eden birlik, azınlık hakları, basın özgürlüğü, mülkiyet hakları, suç ve yolsuzlukla mücadele gibi konularda daha fazla ilerleme sağlanmasını istiyor. AB, ülkenin adaylık başvurusunu 2010’da reddetti, ancak vize kolaylığı sağladı.
2009’da yapılan seçimlere hile karıştığı iddialarının ardından muhalif Sosyalist Parti başkent Tiran’da gösterilere başladı. Seçimde hiçbir parti 140 koltuklu mecliste çoğunluğu elde edemedi. Sosyalist Entegrasyon Partisi ve Demokratik Parti bir koalisyon hükümeti kurdu, bu da Arnavutluk tarihinde ilk oldu.
Sosyalist Parti ise 2009 parlamento seçimlerinin sonuçlarına itiraz etti. Mayıs 2010'da sosyalist lider Adi Rama, seçimler tekrar edilineceye kadar sivil itaatsizlik eylemi yapacaklarını duyurdu. Ocak 2011'de yolsuzluk ve seçimlere hile karıştığı iddiası Tiran’da başbakanlık ofisinin önünde protesto gösterilerine sebep oldu. Polis ve göstericiler arasındaki çatışmalarda dört kişi öldü.

Ekonomi
Arnavutluk’un, komünist rejim dönemindeki kapalı ekonomiden serbest piyasa ekonomisine geçişi kolay olmadı. Ekonomik büyüme oranı 2004-2008 yıllarında yüzde altı civarında seyrederken, 2009-2011 arasında yüzde üçlere düştü. Ülkede enflasyon düşük ve istikrarlı seyrediyor.
Hükümet, suçu ve kayıtdışı ekonomiyi azaltmak, yabancı yatırımı çekmek için çeşitli önlemler aldı. Yurtdışında çalışan Arnavutların gönderdikleri dövizlerin ekonomiye katkısı 2008 yılındaki ekonomik kriz öncesinde gayrisafi yurtiçi hasılanın (GSYİH) yüzde 12 ila 15’ine denk gelirken, bu oran 2010’da yüzde sekize kadar geriledi.
Ülkede istihdamın yarısını tarım sektörü sağlıyor, ancak tarım geliri GSYİH’nin yalnızca beşte birine denk geliyor. Toprak mülkiyeti, altyapı ve modern araçların eksikliği nedeniyle topraklar yeterince verimli kullanılamıyor.
Kaynak: Al Jazeera ve ajanslar
Ülke Profili: Kosova



TEMEL BİLGİLER
Başkent: Priştine
Yüzölçümü: 10.887 km²
Nüfus: 1.836.529 (2012 tahmini)
Para birimi: Euro
Resmi diller: Arnavutça ve Sırpça

Kuruluş: 17 Şubat 2008

Kısa Tarih
Orta Balkanlar, Roma ve Bizans İmparatorlukları zamanında bu devletlerin bir parçasıydı. 7. Yüzyıl itibariyle, etnik Sırplar bugünkü Kosova’nın bulunduğu topraklara göç etmeye başladı.
Orta Çağ’da Kosova Sırp İmparatorluğu’nun merkezi konumuna geldi ve birçok Sırp dini binası bu bölgede inşa edildi. Bunların arasında mimari açıdan önemli Sırp ortodoks tapınakları da bulunuyordu.
1389 Kosova Savaşı’nda Sırp birliklerinin Osmanlı ordularına yenilmesi sonucu bu bölgede beş yüz yıl boyunca sürecek Osmanlı hakimiyeti başlamış oldu. Birçok Türk ve Arnavut Kosova’ya yerleşti.

Özerklik ilanı
19. Yüzyıl’ın sonu itibariyle Arnavutlar, Sırpları geçerek Kosova’daki etnik çoğunluk haline geldiler. Sırbistan, 1912 1. Balkan Savaşı’nda Kosova’nın kontrolünü Osmanlılardan geri aldı. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Kosova, Yugoslavya Federal Sosyalist Cumhuriyeti (YFSC) altında Sırbistan’ın özerk bölgesi haline geldi ve 1974 YFSC Anayasası’nda neredeyse Yugoslavya’nın cumhuriyet unsurlarından biriymiş gibi bir statüye kavuştu.
Yasal imtiyazlarına rağmen 1980'lerde yükselen Arnavut milliyetçiliği ile beraber, Kosova’da bağımsızlık talebiyle ayaklanmalar çıktı. Bu sırada, Slobodan Miloşeviç gibi Sırp milliyetçilerini temsil eden liderler, Kosovalı Sırpların kötü muamelelere maruz kaldığı iddialarını kullanarak oy toplamaya çalıştılar. Birçok Sırp için Kosova, onların kültürel kalbi gibiydi.

Savaş dönemi
Miloşeviç’in liderliği altında Sırbistan, 1989 yılında yeni bir anayasa yaparak Kosova’nın özerkliğini iptal eden bir karar aldı. Kosovalı Arnavut liderler de bu gelişmeye yanıt olarak 1991 yılında Kosova’nın bağımsızlığını ilan ettiler. Miloşeviç yönetiminde Sırplar, 1990lar boyunca Kosovalıları sindirmek için baskıcı politikalar izlediler. Buna karşılık İbrahim Rugova liderliğindeki gayriresmi Kosova hükümeti, bağımsız Kosova’nın tanınması ve uluslararası desteğin taraflarına çekilmesi amacıyla pasif bir strateji izledi.
Rugova’nın taktiğinden memnun olmayan Arnavutlar 1990'larda Kosova Kurtuluş Ordusu’nu (UÇK) kurup direnişe başladılar. 1998 yılından itibaren, Miloşeviç’in kontrolündeki Sırp askeri, polis ve milis güçler şiddetli bir direniş karşıtı harekat başlattı ve çok sayıda etnik Arnavut’un katledilmesine veya zorla yer değiştirmesine neden oldu.
Yaklaşık 800.000 Arnavut bu dönemde Kosova’da yurdundan oldu. 200.000 bine yakın Sırp da Sırbistan ve Karadağ’ya göç etti.
Çatışmalarda 6000’den fazla kişi ‘kayıp’ olarak kayıtlara geçti, 1770’i hakkında ise, 15 yıl geçmesine rağmen, henüz bir bilgiye ulaşılamadı.
Çatışmaları durdurmak için uluslararası girişimler başarısız oldu. Miloşeviç’in, anlaşma masasına oturma taleplerini reddetmesi sonucunda Mart 1999 itibariyle Sırbistan’a NATO askeri operasyonu başlatıldı. Üç ayın sonunda Sırbistan askeri ve polis güçlerini Kosova’dan çekme taleplerini kabul etti.

Bağımsızlığın ilanı
BM Güvenlik Konseyi 1244 numaralı kararı (1999) Kosova’nın gelecekteki durumunu belirlemek üzere bölgeyi BM Kosova Geçici Yönetimi Misyonu’na (UNMIK) devretti. 2005 yılında Kosova’nın son durumunu belirlemek üzere BM liderliğinde süreç başlatıldı. Müzakereler 2006 ve 2007 yıllarında devam etmesine karşın, Belgrad ve Priştine bir anlaşmaya varamadı. 17 Şubat 2008’de Kosova Meclisi Kosova’nın bağımsızlığını ilan etti.
O zamandan bu yana 105 ülke Kosova’yı tanıdı ve Kosova Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası gibi kurumlara resmi üye oldu. Sırbistan, Ekim 2008’de Kosova’nın bağımsızlığının uluslararası hukuk bakımından yasallığını sorgulamak amacıyla Uluslararası Adalet Divanı’ndan (UCM) tavsiye niteliğinde karar talebinde bulundu.
UCM’nin, Temmuz 2010 yılında yayınladığı tavsiye niteliğindeki karara göre Kosova’nın bağımsızlığı uluslararası hukukun genel prensiplerini, BM Güvenlik Konseyi 1244 numaralı kararı ve Anayasal Çerçeve’yi ihlal etmiyor. Tavsiye, Kosova’nın içinde bulunduğu duruma ve kendine mahsus tarihine göre şekillendi. Sırbistan halen Kosova’nın bağımsızlığını tanımayı reddediyor.
Kosova’nın bağımsızlığı aralarında ABD ve Türkiye’nin de olduğu 25 Avrupa ülkesinin oluşturduğu Uluslararası Yönlendirme Grubu tarafından denetleniyordu. Eylül 2012’de Kosova Meclisi’nde oylanan kararla ‘gözetimli bağımsızlık’ kalktı ve ülke resmen tam bağımsızlığına kavuştu.

Kosova-Sırbistan ilişkileri
Sırbistan Kosova’nın bağımsızlığını kabul etmese de Avrupa Birliği himayesinde iki ülke arasında teknik konuların görüşüleceği üst düzey görüşmelerin parçası olmayı kabul etmişti. Kosova’nın temsilci Edita Tahriri ile Sırbistan’ı temsil eden Boris Stefanoviç Mart 2011’de Brüksel’de görüşmeleri başlattılar. Başta görüşülecekler arasında telekomünikasyon, hava sahası, gümrük gibi konular vardı.
Teknik konulu toplantılar siyasi görüşmeler için de zemin hazırladı. Ekim 2012’de iki ülkenin başbakanları Avrupa Birliği Dışişleri Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton arabuluculuğunda ilk kez aynı masadaydı. Kosova Başbakanı Haşim Taçi ve Sırbistanlı mevkidaşı İvica Daciç ilişkileri normalleştirmek için Nisan 2013’te Brüksel Anlaşması’nı imzaladı. Anlaşmayla hedeflenen dolaşım serbestliği, Kosova’da Sırp belediyeler topluluğunun oluşturulması, tek polis hizmeti, hukuk sistemi ve gümrük sisteminin işlevliği konularında somut adımların atılması.

Ülke genelinde ilk seçim
Kosova-Sırbistan ilişkillerinin normalleşmesi yolunda ilerlemenin kaydedilmesiyle ilk kez Kosova genelinde seçim düzenlendi. Kosova’nın bağımsızlığını kabul etmeyen Kosovalı Sırplar daha önceki seçimleri boykot etmişlerdi. Bu kez Belgrad’ın da teşvikiyle Kasım ayında yapılan yerel seçimlerde oy kullandılar.
Yerel seçimde en çok belediye başkanı Başbakan Haşim Taçi liderliğindeki Kosova Demokrat Partisi (PDK) ve ana muhalefet Kosova Demokrat Birliği Partisi’nden (LDK)  çıktı. Ülkenin kuzeyindeki Sırp belediyeler için zafer Belgrad tarafından desteklenen Sırp Vatandaş İnsiyatifi’nin oldu. Priştine belediyesini ise Vetevendosye (Kendin Karar Ver) hareketinin adayı Shpend Ahmeti kazandı.

AB yolu
Kosova, Ekim ayında Avrupa Birliği ile İstikrar ve Ortaklık Anlaşması müzakerelerine başladı.
Müzakereler siyasi, ticari, yargı sisteminin uyumlu hale getirilmesi ve işbirliği politikalarını kapsayan müzakerelerin başlatılması olmak üzere 4 alanda yapılacak. Kosova’nın AB ile İstikrar ve Ortaklık Anlaşması’nın 2014 yılı sonuna kadar yürülüğe girmesi bekleniyor.
AB’nin Şengen bölgesine seyahat özgürlüğü ise Kosova vatandaşlarına henüz tanınmadı. Kosova Ocak 2012’de AB ile vizesiz seyahat görüşmelerine başlamıştı. Ancak İlerleme raporunda Kosova’nın organize suçlar ve yolsuzluklukla mücadelede yetersiz kaldığını, AB’nin de iç güvenliğini etkileme potansiyelini ciddi anlamda taşıdığı belirtiliyor.
Kosova AB için vize muafiyeti bulunmayan tek Balkan ülkesi.
Kaynak: Al Jazeera
Ülke Profili: Bosna Hersek



TEMEL BİLGİLER
Başkent: Saraybosna
Yüzölçümü: 51.197 km²
Nüfus: 4.622.292 (2011 tahmini)
Para birimi: Konvertibıl Mark
Resmi Diller: Bosnakça, Sırpça ve Hırvatça
Kuruluş tarihi: 1 Mart 1992

Beş yüz yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu hakimiyetinde varlığını sürdüren Balkan ülkesi Bosna-Hersek, 1878 yılında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun kontrolüne geçti.
Ülke, Birinci Dünya Savaşı sonunda, daha sonra Yugoslavya adını alacak, Sırp, Sloven ve Hırvatlardan oluşan imparatorluğa katıldı.
İkinci Dünya Savaşı’nın 1945 yılında sonra ermesinin ardından Doğu Bloğu’na katılan ve komünizmle yönetilmeye başlayan Yugoslavya’da, Yugoslav lider Josip Broz Tito’nun 1980 yılında ölmesi sonrasında ekonomik ve siyasi açıdan zayıflama dönemi başladı.
Bunun yanı sıra, Doğu Bloğu ülkelerinin teker teker komünizmi terk etmelerinin etkisiyle, Yugoslav federe devletleri kendi kendilerini yönetme isteklerini ortaya koydular. Birlik, 1990’lı yıllarla birlikte çatırdamaya başladı. Bu dönemde, Sırbistan Komünist Partisi lideri ve Başbakan Slobadan Miloseviç yönetimindeki Sırbistan-Karadağ da, milliyetçiliğin ve ‘Büyük Sırbistan’ fikrinin yükselişine sahne oldu.
Federe devletlerden Hırvatistan ve Slovenya’nın 1991 yılında bağımsızlıklarını ilan etmesi sonrası Müslüman, Hırvat ve Sırpların yaşadığı Bosna-Hersek, bir yol ayrımında kaldı. Bosnalı Sırplar, Yugoslavya bünyesine kalmak isterken, ülkede yaşayan diğer iki toplum olan Bosnalı Müslümanlar ve Hırvatlar tavırlarını bağımsızlık yönünde koydu.
Federe devlet bünyesinde 1990 yılında düzenlenen ilk genel seçimler sonrası oluşan parlamentonun, Bosnalı Müslüman ve Hırvatların oylarıyla ‘Egemenlik Memorandumu’nu kabul etmesine Bosnalı Sırplar, kendi parlamentolarını kurup Yugoslavya’ya katıldıklarını ilan ederek karşılık verdi. Bu çerçevede, Bosnalı Sırplar, ‘Büyük Sırbistan’ vizyonu ile Bosna-Hersek’in bölündüğünü ve belirli bölgelerin Yugoslavya’ya katıldığını duyurdu.
Bosnalı Sırplar tarafından boykot edilen referandum sonrasında Bosna Hersek’in 1992 yılında bağımsızlığını ilan etmesi, Müslüman, Hırvat ve Sırplar arasında üç buçuk yıl sürecek bir savaşın fitilini ateşledi. Bölgeye müdahale eden Sırbistan-Karadağ’a karşı soydaşlarını korumak isteyen komşu Hırvatistan da Bosna-Hersek’te savaşa girdi. Bosnalı Müslümanlara ise, o dönemde bölgeye uygulanan silah ambargosuna rağmen Türkiye ve İran gibi Müslüman nüfuslu ülkelerden silah yardımı yapıldığı biliniyor.
Ülkeyi büyük yıkıma uğratan savaş sonrasında Saraybosna'nın dış mahallelerinden birinde çekilmiş bir kare. [US Federal Government]
Hırvatlar ile Müslümanlar, 1994 yılında imzaladıkları anlaşma ile ortak bir federasyon oluşturarak, savaştaki tarafları ikiye indirdiler. Savaş, ABD’nin Ohio eyaletinin Dayton şehrinde 1995 üzerinde anlaşılan ve aynı yıl Paris’te imzalanan barış anlaşması ile sona erdi.
Anlaşmalar çerçevesinde ülkenin sınırları korunarak federal bir cumhuriyet oluşturuldu. Ülkeye, yıllar içinde BM, NATO ve AB girişimiyle barış güçleri yerleştirildi. Savaş, çeşitli kaynaklara göre 100 binden fazla kişinin ölümüne ve 2,2 milyon kişinin yaşadıkları bölgeleri terk etmesine neden oldu. Binaların ve her türlü altyapının astronomik seviyede zarar gördüğü trajedi sonrasında Bosna-Hersek, uluslararası toplumun da yardımlarıyla yeniden yapılanma sürecine girdi.
Ülkenin Devlet İstatistik Kurumu'nun resmi olmayan tahmini 2010 yılı verilerine göre, Müslümanlar Bosna-Hersek nüfusunun yüzde 45'ini, Ortodoks Hristiyanlar yüzde 36'sını, Katolik Hristiyanlar ise yüzde 15'ini oluşturuyor.

Siyasi yapı
Yapılanma aşamasındaki bir federal demokratik cumhuriyet olan Bosna-Hersek Cumhuriyeti, hemen hemen eşit yüzölçümüne sahip iki birimden oluşuyor: Hırvat ve Müslümanlardan oluşan Bosna-Hersek Federasyonu (Bosna-Hersek Cumhuriyeti ile karıştırılmamalı) ile Sırplardan oluşan Sırp Cumhuriyeti (Republika Srpska). Bunlara ek olarak, uluslararası denetime tabi Brcko bölgesi tarafların müşterek hakimiyeti altında. 
Devletin ve yürütme erkinin başı olan devlet başkanı, sekiz ayda bir ülkedeki üç toplumun temsilcileri arasında el değiştirir. Üçlü devlet başkanlığı sisteminin üyeleri, dört yılda bir her toplum için ayrı ayrı düzenlenen seçimler çerçevesinde halk oyu ile seçilir. Adaylar iki dönem aday olmalarının ardından dört yıl süreyle aday olamazlar. Devlet başkanının başlıca görev alanları dış ilişkilere ilişkindir.
Ulusal hükümet, dışişleri, ekonomi ve mali politikadan sorumlu bakanlar kurulu tarafından temsil edilir. Yine sekiz yıllık rotasyon içinde toplumlar arasında el değiştiren bakanlar kurulu başkanlığı, hükümete liderlik eder. Bakanlar kurulu başkanı, devlet başkanı tarafından atanır. Bakanlar kurulu üyeleri ise, bakanlar kurulu başkanı tarafından seçilir ve Temsilciler Meclisi tarafından onaylanır. Genel seçimler dört yılda bir düzenlenir.
Anayasaya göre bakanların en fazla üçte ikisi Bosna-Hersek Federasyonu’ndan olabilir. Her bakanın iki yardımcısı olur ve bu yardımcılar, bakan ile aynı idari bölümden olamaz. Bakanlar kurulu başkanı, bakanlar ve bakan yardımcıları kabineyi oluşturur.
Öte yandan, Saraybosna’da bulunan, iki kamaralı Parlamenterler Meclisi yasama erkini temsil eder.
Parlamenterler Meclisi’nin iki kanadından Temsilciler Meclisi, iki çok üyeli birimden (28 sandalyeli Bosna Hersek Federasyonu ile 14 sandalyeli Sırp Cumhuriyeti) parti listesi oylaması yoluyla, iki yıllığına seçilmiş 42 üyeden oluşan bir organdır.
Halk Meclisi’nde ise, birimlerin yerel parlamentoları tarafından iki yıllığına seçilmiş (5 Sırp, 5 Boşnak ve 5 Hırvat olmak üzere) 15 üye görev yapar.
En yüksek yargı organı Anayasa Mahkemesi, dokuz üyeden oluşur. Bu üyelerden dördü Bosna-Hersek Federasyonu Temsilciler Meclisi, ikisi Sırp Cumhuriyeti Ulusal Meclisi ve üçü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından atanır.
Uluslararası toplumu temsil eden Yüksek Temsilcilik, Dayton Anlaşması’nın sivil yönden uygulanışını denetler. Temsilcilik, geniş müdahale yetkilerine sahip olup, örneğin, kanun dayatabilmekte veya Dayton hükümlerine uymayan siyasetçileri görevden alabilmektedir.

AB ve NATO yolu
Bosna-Hersek'in uluslararası alanda en büyük hedefi NATO ve Avrupa Birliği üyesi olmaktır. Ancak ülkenin bölünmüş siyasi yapısı bu hedefte atılan adımları da yavaşlatmaktadır.
2010'da Bosna-Hersek'e NATO Üyelik Eylem Planı verildi. Bu plan çerçevesinde aday ülkenin siyasi, ekonomik, savunma ve güvenlik alanlarında reformlar yapması gerekiyor.
Bosna-Hersekli siyasi analistlere göre NATO üyeliği tekrar silahlı bir çatışma olasılığını ortadan kaldırır ve yabancı yatırımcılara ülkenin istikrarı konusunda büyük bir güvence verir. 
Avrupa Birliği yolunda Bosna-Hersek'in başarmış olduğu ilk somut adım 2008'de imzalanan İstikrar ve Ortaklik Anlaşması'dır. 2010 yılında da Bosna-Hersek vatandaşlarına AB ülkelerine seyahat için vize muafiyeti verildi.
Bosna-Hersek'in AB üyeliği sürecinde yapması gerekenlerin başında anayasal değişiklikler geliyor. Bu kapsamda biran önce ''Seydiç-Finci kararını'' uygulamaya koyması gerekiyor.
Dayton Barış Antlaşması temelindeki anayasa ile ülkenin kurucu unsuru olarak tanımlanan Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatlar dışındaki etnik topluluklara cumhurbaşkanlığı için seçilme hakkı verilmiyor.
Bosna Hersek'te yaşayan azınlık mensuplarından Roman aktivist Dervo Seydiç ve ülkedeki Musevi azınlığın temsilcisi Jakob Finci, anayasanın ve seçim yasasının, azınlıkları cumhurbaşkanı seçilmekten men ettiği gerekçesiyle 2006 yılında AİHM'e gitmiş ve yüksek mahkeme Seydiç ve Finci'yi 2009 yılında verdiği kararla haklı bulmuştu.
Yüksek mahkeme kararında, Bosna-Hersek anayasasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin temel ilkeleriyle uyumlu hale getirilmesini istemişti.

Üçlü Zirve toplantıları
Bosna-Hersek istikrarına katkı sağlayan uluslararası görüşmeler kapsamında Türkiye, Bosna-Hersek ve Sırbistan arasında yapılan Üçlü Zirve Toplantısı'nın önemi büyüktür. İlki Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün ev sahipliğinde 2010 tarihinde İstanbul'da, ikincisi 2011'de dönemin Sırbistan Cumhurbaşkanı Boris Tadiç'in ev sahipliğinde Karadjordjevo/Sırbistan'da, sonuncusu da Mayıs 2013'te Ankara'da düzenlenmiştir.
Cumhurbaşkanları düzeyindeki Üçlü Toplantıların yanısıra üç devletin dışişleri bakanları da üçlü görüşmeler yapmaktadır.
Tüm bu görüşmeler ve toplantılar sonucunda Bosna-Hersek Belgrad’a Büyükelçi atamış, Sırbistan Parlamentosu, Srebrenitsa soykırımını kınayan bir kararı kabul etmiş, ayrıca aynı mekanizma kapsamında kararlaştırıldığı üzere Srebrenitsa 15.yıldönümü anma törenlerine dönemin Sırbistan Cumhurbaşkanı Tadiç de katılmıştır.

'İlk' nüfus sayımı
Ekim ayında üç etnisitenin yönettiği Bosna-Hersek'te ilk kez nüfus sayımı yapıldı. 22 yıl sonra yapılan sayım ülkenin gerçek etnik, milliyet, din, dil, ekonomik kimliğini ortaya çıkarması bakımından önemlidir.
Ancak nüfus sayımı sorularının en kritiği 'etnik kimlik' sorusu. Ülkedeki Bosnalı Müslümanların kendilerini 'Boşnak' yerine 'Bosnalı' veya 'Hersekli' tanımlamaları sayılarını 'ötekiler' grubuna kaydıracaktır. Çünkü anayasaya göre Bosna-Hersek kurucu halkları (Boşnak, Sırp ve Hırvatlar) dışındaki herkes 'ötekiler' isimli azınlıktır.
Resmi olmayan ilk sonuçlara göre Bosna-Hersek'in nüfusu yaklaşık 3,8 milyon'dur, bu da 1991 yılındaki nüfus sayımına göre 580 bin kişi kadar azaldığını gösteriyor.

SAVAŞ SUÇLARI MAHKEMESİ
Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi adıyla anılan ad hoc mahkeme, Yugoslavya’nın dağılması sürecinde 1991 yılından itibaren çıkan savaşlarda suç işlediği iddia edilen sanıkları yargılıyor. BM Güvenlik Konseyi’nin 827 sayılı kararıyla 25 Mayıs 1993 tarihinde kurulan Mahkeme’nin yargıçları, çeşitli ülkelerden seçiliyor. 

Ekonomi
Savaş sonrası toparlanmak için yoğun çaba harcayan ve bu süreçte dış yardımlarla diaspora havalelerinden yararlanan Bosna-Hersek, sınırlı da olsa bazı piyasa ekonomisi reformları yaptı. Had safhada ademi merkeziyetçi olan devlet yapısı, birimler arasında ekonomik politikalarının koordinasyonunu çok zor bir hale getiriyor.
Ekonomik faaliyetlerin büyük çoğunluğunun kayıt altına alınmadığı ülke, 2003-2008 döneminde ortalama yüzde 5 büyüme yakalasa da, küresel ekonomik krizin etkili olmasıyla bu istikrarı sürdüremedi. Altyapı olmadan hızla oluşturulan ademi merkeziyetçi yapı yüzünden kamu harcamaları, ülkenin satın alma paritesine göre gayri safi milli hasılasının (GSYİH) yarısı gibi yüksek bir düzeyde bulunuyor. 2011 tahmini verilerine göre, söz konusu istatistik 3,17 milyar dolar, kişi başına GSYİH ise 8 bin 200 dolar seviyesinde bulunuyor.
Yüzde 40 seviyesinin üzerindeki işsizlik ve yaygın yoksulluk ile mücadele eden ülke, kredi tedariki ve ticaret alanlarında Batı Avrupa’ya bağımlı durumda.
Kaynak: Al Jazeera ve ajanslar
Portre: Bakir İzzetbegoviç




‘Bilge Kral’ın oğlu
Babasının lâkabı, “Bilge Kral”dı, onunsa henüz bir lâkabı yok. Avrupa’nın göbeğinde, tüm dünyanın seyirci kaldığı, yüz binden fazla insanın ölümüne sebep olan, 1992-1995 arasındaki Bosna savaşında Boşnakların kahramanı ve Bosna-Hersek’in ilk cumhurbaşkanıydı Aliya İzzetbegoviç. Bakir ise onun 1956’da dünyaya gelen üçüncü çocuğu ve tek oğlu. 2010 yılından bu yana, Bosna Hersek Üçlü Devlet Başkanlığı Konseyi'nin Boşnak üyesi ve babasının kurduğu Demokratik Eylem Partisi’nin ikinci adamı.
Bakir İzzetbegoviç’in çocukluğu, ergenliği, gençliği hep babasının siyasi mücadelesine şahit olarak geçti. Savaş yıllarında babasının özel sekreterliğini yaptı.
Belki de siyasetteki belirsizliklere içsel bir tepki olarak somut bir dünyayı tercih etti, mimarlık eğitimi aldı. Bir röportajında söylediği sözler de, bu seçimin ispatı: “Siyaset zahmetli bir iştir, hiçbir zaman başladığınızı bitiremezsiniz. Her zaman, ardında görülebilir sonuçlar bırakan mühendislik işlerini daha çok sevmişimdir.”

Savaş yılları
Savaş döneminde, eline silah alıp cephede savaşmadı ama kuşatılmış Saraybosna’da 300 bin kişinin hayatta kalmasını sağlayan 720 metrelik Saraybosna Umut Tüneli’nin inşasında görev aldı. O yıllarda şehrin hayat damarı olan tünel, 1993’te, Bosna ordusunun kontrolündeki iki bölgeyi birleştirmek üzere Saraybosna Havaalanı pistinin altında inşa edilmişti.
Yaklaşık dört yıl süren kuşatma boyunca, Saraybosna’ya her gün ortalama 329 bomba düştü. Zarar görmemiş neredeyse tek bir yapı kalmadı. Henüz 1992’de bağımsızlığını ilan eden Bosna Hersek’te, 1993 – 2001 yılları arasında, Saraybosna Şehircilik Enstitüsü’nün başında, yıkılmış kentin onarımını  ve yeniden inşasını organize etti.
Sivil toplumun pek çok farklı alanında aktifti. 2000 yılına dek, Saraybosna Futbol Kulübü, Bosna Basketbol Kulübü, Müslüman yardım kuruluşu 'Merhamet’, Bosna-Hersek İslam Birliği Meclisi üyelikleri gibi sosyal faaliyetlerde etkin oldu.

Aktif siyasete adım
2000 yılına gelindiğinde, önünde artık yeni bir yol vardı. Çok gönüllü olmasa da siyasete girdi. Aslında siyaseti sevmiyordu. Bir röportajda, siyasete giriş sebebini şu sözlerle açıklıyordu:
“Siyaset hayatına babamın yanında olmak, ona yardımcı olabilmek için girdim çünkü Bosna-Hersek’teki ilk demokrat partiyi kurduğunda zaten yaşı ilerlemişti. Onun gidişinden sonra siyaset hayatını terk etmeyi veya hayatımda ikinci plana atmayı düşünüyordum. Bosna siyaset yaşamının öncüleri olan, Aliya’nın halefleri ile rekabet etmeye de niyetim yoktu, ama geçen zaman içinde benim siyasi değerlendirmelerimin onlarınkinden daha yerinde olduğunu fark ettim. Boşnak liderlerin isabetsiz strateji ve taktikleri yüzünden önemli reformların başarısız olması üzerine, daha etkili bir makama gelmeye, gelecek fırsatların kaçırılmamasını sağlamaya karar verdim.” 

Boşnakların yeni lideri
Babasının gölgesindeki bir genç adam değil de, bir “lider adayı” olarak siyasete yeniden ısındığı adres elbette babasının kurucusu olduğu Demokratik Eylem Partisi’ydi (SDA). İki dönem bölgesel meclislerde görev aldı, 2006’da Bosna Hersek Parlamentosu'na seçildi. 2009’da parti içi seçimlerde, liderlik için yarıştı ama başarısız oldu. Bir dönem Demokratik Eylem Partisi’nin (SDA) başkanlığını yürütse de, çoğu zaman babası kadar "aktif" bulunmuyordu. Babası kadar karizmatik bir politik imaj sergilemediği, popülaritesinin çok yüksek olmadığı, adının çeşitli yolsuzluk iddialarıyla gündeme geldiği özellikle bu dönemlerde sıkça yazıldı.
Bu olumsuz eleştiriler, siyasi kariyerinin zirvesine tırmanmasına engel olamadı. 1995’te savaşı sona erdiren ancak ülkeyi politik bir düğümle baş başa bırakan Dayton Anlaşması’nın ürünü, Üçlü Devlet Başkanlığı Konseyi’nin Boşnak üyesi olarak seçildiğinde, tarih 2010’du. Ülkedeki üç etnik (Boşnak, Hırvat, Sırp) grubun liderlerinin dönüşümlü olarak ülkeyi yöneteceği bir konseydi bu.  
Bakir İzzetbegoviç 2010’dan bu yana, babasının yıllarca çalıştığı odada, onun masasında oturuyor. Yapılacaklar listesinin en başındaysa, AB ve NATO üyeliklerine ek olarak ekonominin düzeltilmesi var. Ancak bu konularda pek bir gelişme yok. 3 yıllık karnesindeki en büyük artılardan biriyse, Bosna-Hersek’i terk edip başka ülkelerin vatandaşlığını alan, çoğu Batı’da bulunan, sayısı neredeyse bir milyonu bulan, dünyanın dört bir yanındaki Bosnalıların vatandaşlıklarını kaybetmelerine engel olması.
İzzetbegoviç, dış politikada da etkin olmaya, yeni bir çizgi çizmeye çalışıyor. Bu doğrultuda, savaştan sonra ilk kez, 2013’ün nisan ayında, Sırbistan’ın başkenti Belgrad'a gitti. Türkiye ile ilişkileriyse çok iyi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan için “Bosna Hersek'in kanıtlanmış dostu” diyor, babasının ölüm döşeğinde Bosna’nın varlığını Başbakan Erdoğan'a emanet ettiğini hatırlatıyor. 2010’da Türkiye’nin öncülüğünde Bosna Hersek, Hırvatistan ve Sırbistan arasında düzenlenen üçlü danışma toplantıları, Bosna Hersek’e geçen yıl verilen 100 milyar euroluk kredi, İzzetbegoviç’in bu yılki Türkiye ziyaretinde en sıcak şekilde ağırlanması, Cumhurbaşkanı Gül ile birlikte Cuma namazı kılmaları, emanete hıyanet edilmediğinin açık göstergeleri.
Ancak bu yakın ilişki, Boşnak liderin zaman zaman eleştirilmesine de sebep oluyor. Türkiye’nin bölgedeki aktif politikalarını neo-Osmanlıcılık olarak tanımlayan bazı kesimler, İzzetbegoviç’i Boşnakları Türk tebaası yapmakla itham ediyor.
Bosna Hersek’te seçimler seneye yapılacak. Bakir İzzetbegoviç’in önündeyse işsizlik, yoksulluk, Boşnaklar ile Sırplar arasında giderek artan sorunlar, Hırvatların üçüncü bir özerk birim olma talepleri, devlet mekanizmalarının karar alma süreçlerindeki tıkanıklık, mevcut düzenin değişimine karşı gösterilen direnç gibi sorunlardan oluşan uzun bir liste duruyor. Sırtında her zaman ağır bir yük olarak tanımladığı soyadı, onu bugünlere getirdi. Onun Bosna yakın tarihine bırakacağı izleri zaman gösterecek.
Portre: Mesut Barzani



Irak Kürdistan Özerk Bölgesi Başkanı Mesut Barzani, Orta Doğu siyaset sahnesinin önde gelen aktörleri arasında yer alıyor. [AA]
Irak ve İran'a karşı silahlı ayaklanma yürüten Kürt milliyetçisi Molla Mustafa Barzani'nin oğlu olarak siyasetin ortasında yetişen Mesut Barzani, günümüz Orta Doğu sahnesinin en tecrübeli aktörleri arasında gösteriliyor.
Kürdistan Demokratik Partisi'nin (KDP) yönetimini 1979'da babasından devralmasıyla beraber uluslararası alandaki konumunu adım adım perçinleyen Barzani, ABD'nin 2003 ilkbaharında Irak'ı işgal ederek Saddam Hüseyin yönetimini devirmesiyle öne çıkan figürler arasında gücünü pekiştiren nadir isimlerden.
2005 yılından itibaren Irak Kürdistan Özerk Bölgesi Başkanı olarak görev yapan Barzani, Mart 2011'de Suriye'de Devlet Başkanı Beşar Esad ve Baas rejimine karşı başlayan isyanın ardından, bu ülkenin kuzey ve kuzeydoğusunda yoğunlaşan Kürtlerin ortak bir tavır sergilemesine yönelik girişimleri de oldukça önem taşıyor.
Türkiye'ye karşı savaşan Kürt örgütü PKK militanlarının Kuzey Irak'taki Kandil Dağı civarında üslenmesi nedeniyle, Türkiye'deki Kürt hareketi ile de bağlantı içerisinde.
Irak Kürdistan Özerk Bölgesi yönetiminin Irak merkezi hükümeti ile inişli çıkışlı ilişkilerine rağmen bölgenin, Irak'ın geri kalanından farklı olarak, güvenli ve istikrarlı bir görüntü çizmesini sağlaması, Barzani'nin muhalifleri karşısında elini güçlendiren temel unsur olarak gösteriliyor.

Barzani aşireti ve Kürt ayaklanmaları
Mesut Barzani,16 Ağustos 1946 tarihinde İran'ın Mahabad şehrinde dünyaya geldi.
1946 yılında İran'da kurulan Kürdistan Demokratik Partisi (Partiya Demokrata Kurdistan) Lideri Gazi Muhammed, Sovyetler Birliği'nin desteğiyle aynı senenin Ocak ayında Kürtlerin yoğunlaştığı Mahabad ve etrafındaki şehirlerin bağımsızlığını ilan etmişti. Barzani'nin babası Molla Mustafa Barzani de Mahabad Cumhuriyeti'nin savunma bakanlığı görevine getirilmişti.
Gazi Muhammed'in Orta Doğu'da bağımsız bir Kürt devleti kurma girişimi fazla uzun ömürlü olmadı. İran ordusu Aralık 1946'da bölgeye giriş yaptı. Molla Barzani, İran güçlerine karşı bir süre direndiyse de sonunda Sovyetler Birliği'ne sığındı; daha yaşını bile doldurmayan oğlu Mesut Barzani ise Irak'a gönderildi.
Arap milliyetçisi General Abdulkadir Kasım'ın 1958 yılında bir darbe yaparak Kral 2. Faysal'ı devirmesiyle Irak'ta başlayan yeni dönem, Molla Barzani ve oğlu Mesut için de bir dönüm noktası teşkil etti. Molla Barzani, yeni kurulan Baas rejiminden aldığı davet üzerine yeniden Irak'a dönüş yaptı. Irak yönetiminin, Kürtlere talep edilen haklarını vermeye yanaşmaması üzerine de 1961'de Irak'ın Baas rejimine karşı ciddi bir ayaklanma başlattı.
Mesut Barzani, babası ve kardeşi İdris ile birlikte, 1970'lerin ilk yıllarında Kürtlerin meselelerini siyasi mücadele yoluyla çözmek için yoğun bir mücadeleye giriştiler. Barzani, 1975 sonunda babasının ABD'ye iltica etmesinin ardından yine kardeşi İdris ile birlikte Kürdistan Demokratik Partisi'ne (KDP) fiilen başkanlık etmeye başladı.
Üyesi bulunduğu Barzani aşiretinin, Irak'ın kuzeyinde yaşayan Kürtlerin nezdinde oluşturduğu etki ve Nakşibendi tarikatı ile ilişkisi, Mesut Barzani'nin liderliğini konsolide etmesini kolaylaştırdı.

Alternatifsiz lider
Molla Mustafa Barzani'nin 1979'daki ölümünden sonra Mesut ve İdris Barzani KDP'nin resmi liderleri olurken, özellikle büyük kardeş Mesut'un hareket alanı epey genişledi. Aynı yıl içerisinde (1979) İran'da ABD yanlısı Şah Rıza Pehlevi'nin halk isyanıyla devrilip İslami bir rejimin kurulmasından sonra Mesut Barzani ve ailesi de İran'a yerleşti.
1980 yılında İran-Irak Savaşı'nın başlamasıyla bölgede oluşan karmaşık ortamı kullanan Barzani ve partisi KDP, Irak sınırının İran'a yakın kısmında güçlenip etkinliğini arttırmayı başardı.
İran-Irak Savaşı döneminde ve sonrasında Irak'taki Şiiler üzerinde nüfuzunu arttırmak için faaliyetlere girişen İran rejimi, Irak'taki Saddam Hüseyin karşıtı diğer güçleri de İslami hareketlenmeler temelinde nüfuz alanına çekmeye çalıştı. Fakat tamamı Sünni olan Kürtleri temsil etme iddiasındaki Mesut Barzani, İran'ın bu girişimlerine pek sıcak yaklaşmadı.
Mesut Barzani, 1987'de kardeşi İdris'in ölümünden sonra KDP'nin alternatifsiz lideri haline geldi.

Körfez Savaşı'ndan sonra hakimiyet çabası
1988 yılında İran-Irak Savaşı'nın sona ermesi, bilhassa Irak'taki Kürt bölgelerinin konumunu ön plana çıkardı. Ülkenin kuzeyini kimin kontrol altında tutacağı meselesi ciddi bir konu haline geldi. Bu aşamada Mesut Barzani'nin, Kürtlerin bölgede kendi hakimiyetlerini kurmaları için harcadığı büyük çaba, Kürtler üzerindeki popülaritesini artırdı.
1990 yazında Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesiyle başlayıp ABD'nin müdahalesiyle 1991 kışında sonuçlanan Körfez Savaşı’ndan Irak'ın yenilgiyle çıkmasını fırsat bilen Barzani, Baas rejimine karşı yeni bir Kürt ayaklanması başlattı.
Saddam Hüseyin liderliğindeki Baas yönetimi ile Kürt ayaklanmacılar arasında büyük çaplı çatışmalar meydana geldi. Kürtler ile Irak merkezi yönetiminin çatışmasına Batı'nın müdahalesi gecikmedi; Kürtler için Kuzey Irak'ta güvenli bölgeler yaratıldı ve çatışmalar sonlandırıldı.
Mayıs 1992'de Batılı güçlerin denetiminde Kuzey Irak'ta yapılan seçimlerde KDP Genel Başkanı Mesut Barzani ve en büyük rakibi Kürdistan Yurtseverler Birliği (Yeketi Niştimani Kurdistan) Genel Başkanı Celal Talabani, bölgesel liderler olarak seçildiler.
1994 yılında KDP-KYB koalisyonu arasında çıkan anlaşmazlıklardan dolayı iki parti arasında çatışma (Kuzey Irak İç Savaşı) başladı.
Talabani'nin İran rejimiyle anlaşarak kendisini saf dışı bırakmasından endişelenen Barzani, Ağustos 1996'da Baas rejimiyle anlaşma imzaladı. 31 Ağustos 1996'da Erbil'e giren Irak güçleri bölgeyi Barzani'ye emanet etti. Ekim 1996'nın sonlarına doğru ise KDP-KYB ateşkes anlaşması imzalandı.
Sonraki dönemlerde KDP-KYB arasında zaman zaman yine çatışmalar çıktı. ABD'nin de araya girmesiyle 1998 yılında taraflar bir kez daha ateşkes ilan ettiler. Anlaşma 4 Ekim 2002'de yenilendi.

2003 Irak Savaşı ve Kuzey Irak'ın özerkliği
ABD'nin 2003'te Irak'ı işgaliyle beraber ülkede kurulan yeni yapı dahilinde KDP ve KYB, Kuzey Irak'ta bölgesel bir yönetim tesis etmek için birlikte çalışmaya başladılar. Barzani Haziran 2005'te Irak Kürdistan Özerk Bölgesi Meclisi tarafından Irak Kürdistan Özerk Bölgesi Başkanı seçildi.
Temmuz 2009'da düzenlenen seçimlerde oyların yüzde 70'ini almayı başaran Barzani böylelikle ilk defa doğrudan seçilerek göreve geldi.
Muhalif kesimlerin yönelttiği otoriterlik eleştirilerinin gittikçe yoğunlaşmasına rağmen Barzani, bölgesel ve küresel güçlerin istikrarı sağlamak açısından ihtiyaç duydukları bir aktör olmayı sürdürüyor.
Kürdistan Özerk Bölgesi Meclisi'nin 30 Haziran 2013 tarihinde gerçekleştirdiği bir oturumda Barzani'nin görev süresini iki yıl daha uzatma kararı alması, muhalefetteki partilerin büyük tepkisini çekti.
Uzatmayla birlikte 21 Eylül 2013'te yapılması planlanan bölge başkanlığı seçimleri de iki yıl sonrasına ertelendi. KDP ve KYB üyesi milletvekillerinin oylarıyla kabul edilen yasa doğrultusunda Mesut Barzani, 2015 yılına kadar Irak Kürdistan Özerk Bölgesi Başkanı olarak görev yapacak. Aynı tarihte yapılan parlamento seçimlerinde de, Barzani’nin partisi KDP lider parti olarak çıktı, Talabani’nin KYB’sinin oyları geriledi. Hükümet kurma çalışmaları bu iki parti arasında devam ediyor.

Türkiye ile ilişkileri
Türkiye, ordusuna karşı savaşan PKK ile mücadele edebilmek için zaman zaman Barzani ile diyalog kurdu.  1991 yılında Turgut Özal Cumhurbaşkanı iken Barzani’ye kırmızı pasaport verildi.
1997 yılında Barzani, PKK’ya karşı Türkiye ile ittifak içerisine girdi ve Barzani'ye bağlı Peşmerge güçleri örgüte karşı yürütülen operasyonlarda rol aldı.
Irak Kürdistan Özerk Bölgesi kurulduğundan beri, Barzani’nin Türkiye ile geliştirdiği iyi ilişkiler sayesinde, Türk yatırımcılar bölgede büyük yatırımlar yaptı. Kürdistan Özerk Bölgesi’nde çıkarılan petrolün de satışı ve Avrupa’ya geçişi için tek şans Türkiye’ydi, Barzani bu sebeple 2002’de Türkiye’de iktidara gelen AK Parti ile yakın ilişkiler kurdu. Ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi sürecinde Barzani, Türkiye’ye PKK ile mücadele ve ardından barış sürecinde destek olmaya devam etti. Petrol anlaşmalarının uygulanması ve petrol boru hatlarının yapımı da devam ediyor.
Ekim 2012’de AK Parti’nin kongresinde Mesut Barzani de vardı. Hemen ardından Türkiye’de başlayan barış sürecine Barzani açık destek verdi; geri çekilen PKK’lıların Kürdistan Özerk Bölgesi’ne yerleşebileceğini söyledi.
Kasım 2013’te, barış sürecinde AK Parti ve PKK arasındaki anlaşmazlıklar sebebiyle aksaklıklar yaşanırken, hem sürece hem de AK Parti Lideri Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a destek vermek için, Erdoğan’ın Diyarbakır’da yaptığı etkinliğe katıldı. Hafızalara “Diyarbakır buluşması” olarak kazınan bu buluşmanın ardından Barzani, PKK ile arasındaki gerilimi azaltmak adına “Öcalan serbest bırakılmalıdır” dedi. Ancak hemen ardından bölgedeki Kürtlerin tek partisi olan, PKK’ya yakınlığıyla bilinen Barış ve Demokrasi Partisi’nin etkisini kırmak için, Türkiye’de de bir KDP açıldı.      
Mesut Barzani, beşi erkek ve üçü kız olmak üzere sekiz çocuk babasıdır.

Kaynak: Al Jazeera ve ajanslar
Cumhuriyet tarihi Kürt raporları



Osmanlı Dönemi’nden bu yana devletin temel meselelerinden birisi olan Kürt Sorunu’na sert tedbirlerden serbestliğe kadar pek çok farklı yaklaşımı esas alan çözüm önerisi getirildi. 

PKK ile Ankara yönetimi arasındaki diyalog sürecinin başlamasıyla önemli bir dönüm noktasına gelen Kürt Sorunu’nun kökleri, PKK’nın silahlı faaliyete başladığı 1984 yılından çok daha gerilere, Osmanlı İmparatorluğu dönemine kadar gidiyor. Osmanlı İmparatorluğu döneminde devletin en önemli odaklarından birisi olan Kürt Sorunu, Cumhuriyet’in kuruluşunun ardından ilk kez, bir yıl arayla çıkan Nasturi ve Şeyh Sait İsyanı’yla görünür hale geldi.
1924’te Güneydoğu Anadolu'da Süryanilerin bağımsızlık için başlattığı Nasturi isyanını, 1925’teki Kürt aşiretlerinden yaklaşık beş bin isyancının merkezi yönetime başkaldırışı takip etti. 1925’le 1937 yılı arasında yaklaşık yirmi bölgesel isyan başlatılsa da, hepsi ordu birlikleri tarafından bastırıldı ve hiçbiri, Kürt Sorunu’nun kilometre taşlarından birisi olan ve Tunceli’de resmi rakamlara göre 13 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan Dersim İsyanı kadar büyük etki oluşturmadı.
Bugün adı Tunceli olan Dersim’de yedi ay süren isyanın ardından uzun yıllar sessizliğin hakim olduğu bölgede çatışmalar, 1984 yılında faaliyete başlayan PKK’nın Eruh ve Şemdinli Baskını’yla yeniden başgösterdi. Söz konusu kırılma noktalarıyla zaman zaman siyasi çatışma düzeyinde tartışılan Kürt Sorunu, güvenliği ve askerin rolünü esas alan veya sözkonusu etnik gruba yönelik engellerin kaldırılmasını hedefleyen değişik yaklaşımlarla ele alındı.
1925 ile 1961 yılları arasında ve 1980’lerin sonundan günümüze dek sorunun çözümüne yönelik çeşitli raporlar yazıldı. Bunların belli başlıları aşağıdaki gibi sıralanabilir:

Meclis Başkanı Abdülhalik Renda Raporu (1925)
Dahiliye Vekili Cemil Uybadın Raporu (1925)
Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey Raporu (1926)
Vali Ali Cemal Bardakçı Raporu (1926)
Umum Müfettişi İbrahim Tali Öngören Raporu (1930)
Fevzi Çakmak Raporu (1931)
Korgeneral Ömer Halis Bıyıktay Raporu (1931)
Dahiliye Vekili Şükrü Kaya Raporu (1931)
Umum Müfettişi Abdullah Alpdoğan Raporu, 1936
Başvekil İsmet İnönü Raporu (1935)
Umum Müfettiş Abidin Özmen Raporu (1935)
İktidar Vekili Celal Bayar Raporu (1936)
CHP Azınlıklar Raporu, 1940
Umum Müfettiş Avni Doğan Raporu (1943)
Maliye Müfettişi Burhan Ulutan Raporu (1947)
27 Mayıs 1960 Doğu Raporu (1961)
DSP Güneydoğu Raporu (1987)
SHP Raporu (1990)
Recep Tayyip Erdoğan Raporu (1991)
MÇP Doğu Ve Güneydoğu Anadolu Raporu (1991)
SHP Nevruz Raporu (1992)
Adnan Kahveci Raporu (1992)
ANAP Raporu (1993)
TBMM Göç Araştırma Komisyonu Raporu (1997,98)
CHP Demokratikleşme ve İnsan Hakları Raporu (1999)
Algan Hacaloğlu Raporu, 2000
DTP Siyasi Tutum Belgesi/ Demokratik Özerklik (2007)
Saadet Partisi Raporu (2009)
AK Parti Demokratik Açılım Kitapçığı (2010)
Abdülhalik Renda Raporu, 1925

Dönemin Meclis Başkanı Abdülhalik Renda tarafından 1925 yılında kaleme alınan raporda, Kürtler arasında 'artan milliyetçilikten' duyulan endişe aktarılıyor. 14 Eylül 1925 tarihinde dönemin Başbakanı İsmet İnönü’ye sunulan rapor, Cumhuriyet Dönemi’nin ilk Kürt Sorunu raporu olarak biliniyor.
Bastırılan Şeyh Sait İsyanı’nın ardından doğudaki 10’un üzerinde şehri gezerek paylaştığı izlenimler ışığında Renda, Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgede 'Türkleştirme politikası' izlemenin gerektiğini savunuyor.
Kürtlerin kendi dillerini yaşatıyor olmasını milli aidiyete bir darbe olarak gören Renda, Türkçe konuşmaya 'teşvik' için bölgede Kürtçe konuşanlara işlerinde zorluk çıkarılmasını savunuyor. Dilin anahtar rolüne işaret eden rapor, devletin yaklaşımının temellerini oluşturması sebebiyle büyük önem teşkil ediyor. 
Ayrıca bölgedeki gizli silahlanmanın da önüne geçilmesi gerektiğini ifade eden Renda, bölgedeki aşiretlerin de zayıflatılmasını istiyor.

Cemil Uybadın Raporu, 1925 
Renda’yla birlikte Şark Islahat Planı’nın temelini oluşturan bir diğer rapor ise, aynı yıl Dahiliye Vekili Cemil Uybadın tarafından kaleme alındı.
Diyarbakır (Ergani), Mardin, Siirt, Şanlıurfa (Siverek), Tunceli (Dersim) valileriyle yaptığı görüşmelerde edindiği bilgileri temel alan Uybadın, Şey Sait isyanının bastırılması sürecinde devletin sert tutumunun asayişi sağladığı, ancak bunun halk nezdinde devlete karşı bir tepki oluşmasına sebep olduğu şeklinde bir sorun tespitinde bulunuyor. Bölgedeki Kürtçü hareketin arkasında dış güçleri gören Uybadın, sorunun sürmesinde İngiltere ve Fransa’nın rolüne işaret ediyor. Kürt hareketinin aşamalı olarak Fırat Nehri'nin doğusuna ve sınır dışına sürülmesi gerektiği görüşünde olan Uybadın, Şeyh Sait İsyanı’nda 60 bin silah toplanmasına rağmen, Dersim’de tedbir alınmadığına değiniyor.
Uybadın’ın raporunda yer verdiği Kürt Sorunu’na yönelik çözüm önerileri arasında, zorunlu iskan politikası da var. Ubaydın, 'Kürt köylerine Türkleri yerleştirmek', 'Hristiyan azınlıkları bölgeden çıkarmak', 'doğudaki nüfusun batıya göçünün özendirilmesi' ve 'sıkıyönetim ilan edilmesi' gibi politikalarla öne çıkıyor.
1925’te yazılan Abdülhalik Renda ve Cemil Ubaydın raporları; Mahmut Esat Bozkurt, Kazım Orbay, Cemil Ubaydın ve Abdülhalik Renda tarafından kaleme alınan 1925 yılı tarihli 'Şark Islahat Planı'nı şekillendirmesi açısından büyük önem taşıyor. Aynı yıl Bakanlar Kurulu tarafından kabul edilerek yürürlüğe giren plan, hemen öncesinde yazılan iki raporun işaret ettiği gibi doğunun demografik yapısının değiştirilmesi, Kürtlerin doğuya yerleştirilmesini öngören iskan politikası, güvenlik odaklı olarak istihbarat ve ulaşım ağının iyileştirilmesi, güvenlik görevlilerinin, hükümet temsilciliklerin ve eğitim kurumlarının artırılması, Kürtçenin yasaklanması ve çocukların ailelerinden alınarak Türkçe eğitimi verilmesini ve Türklük propagandası yapılmasını öngörüyordu.
1921 yılından itibaren çeşitli bölgelerde güvenlikten iskan politiklarına kadar geniş yetkilerle donatılmış Umum Müfettişliklerinin varlığı, Kürt Sorunu’na yönelik bakışın geçerli olduğu dönemin anlaşılması için önemli bir ipucu niteliği taşıyor. Ulus devlet anlayışının ülke sınırındaki her bir bölgeye nüfuz etmesini hedefleyen ve Tek Partili Dönem’in bitimine kadar varlığını sürdüren bu kurumlar, söz konusu Islahat Planı’nın hayata geçmesinde önemli bir role sahipti.

Hamdi Bey Raporu, 1926
1926 yılında Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in raporu, Dersim bölgesindeki 'olası bir krize' ve bunu engelleyecek 'tedbirlere' odaklanıyor.
Dersim Sorunu’nun Osmanlı Dönemi’ne dayandığını söyleyen Hamdi Bey, giderek 'Kürtleştiği' gerekçesiyle umutsuzluğa kapıldığı bölgenin ancak askeri bir harekat ile 'düzene gireceği' görüşünü savunuyor.
Bölgeyi güvenlik odaklı olarak geliştirmeye yönelik, fabrika kurmak, yol yapmak gibi faaliyetleri nafile girişimler olarak gören Hamdi Bey’in raporu da kendisinden önceki raporlar gibi, hükümet politikalarını değiştirmeye yönelik özeleştiri niteliği taşımaktan çok uzak olmak ve durumu yalnızca asayiş sorununa indirgemekle eleştiriliyor.

Cemal Bardakçı Raporu, 1926
Dönemin Elazığ Valisi olan Cemal Bardakçı’yı kendisinden önce rapor kaleme alan isimlerden farklı kılan, Osmanlı İmparatoru Padişahı Yavuz Sultan Selim döneminden bu yana süregelen sorunun, bölgede devlet eliyle gerçekleşen katliamlara bağlaması. Askeri hareket yerine bölgedekilerin hükümetin iyi niyetine inandırılmasının gereğine inanan Bardakçı, çözümün Dersim’deki sosyo ekonomik sorunların bölgedeki işsizliği ve eğitimsizliği gidermek suretiyle refahı arttırmaktan geçtiğine inanıyor.
Dersim’deki temel rahatsızlıkların bölgedeki Sünnilerin Alevilere yönelik baskısı ve ‘Kürt’ diye ötekileştirmesinden geçtiğini ifade eden Bardakçı, bölgede Kürtlerin çoğunlukta olduğu bilgisinin doğru olmadığını savunuyor.
Bardakçı'ya göre, Dersimliler, öldürülmekten ve göçe tabi tutulmaktan korkuyor. Silah bırakmamalarının sebebini de devletin olası bir müdahalesine yönelik korku olarak açıklıyor.

İbrahim Tali Öngören Raporu, 1930
Umum Müfettişi İbrahim Tali Öngören’in, 1930 yılında rapor haline getirdiği anlatımında sertlik yanlısı ve güvenlik odaklı bir perspektifin izleri görülüyor.
Dersim’in izole edilmesi fikrine taraf olan Öngören, Elazığ’da bulundurulacak ordu birliklerinin isyan eden köyleri bombalamak, köylülerin iskan hakkını elinden almak ve bölge halkının mallarına zarar vermek suretiyle durdurulmasından yana.
Dersim’in köy ağalarının etkisi altında olduğunu altını çizen Öngören, bu kişilerin Dersim’den çıkartılıp Batı’ya göçe zorlanmasını da temel çözüm önerileri arasında sunuyor.

Fevzi Çakmak Raporu, 1931
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün ardından ülkenin ilk Başbakanı, Milli Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı olan Fevzi Çakmak, yazdığı Kürt Sorunu raporunda, Dersim halkını, 'eşkıyalığı alışkanlık haline getirmiş grup' olarak tanımlıyor. "Dersimliler okşanmakla kazanılmaz" sözleriyle sert tedbir yanlılığını ortaya koyan Çakmak, Hamdi Bey ve Öngören’in söylediği gibi, bölgedeki soruna, Dersimlilere yönelik zorunlu iskan politikaları ve askeri baskıyı artıran yöntemlerini çare olarak sunuyor.
Çakmak’ın 'Kürtlüğün eritilmesi gerektiğini' savunduğu bölgeye 'koloni' muamelesi yapılmasını ve burada bir koloni idaresi kurulmasının gereğini savunduğu bölüm raporun en çarpıcı bölümlerinden biri olarak kayıtlara geçti.

Ömer Halis Bıyıktay Raporu, 1931
Mustafa Kemal’in yanında birçok cephede savaş veren Korgeneral Ömer Halis Bıyıktay, aynı dönemde konuya değinen Çakmak’ın aksine Dersimlilerin 'eşkıya' olduğu görüşünü reddediyor. Halkın zor şartlar ve ağalık boyunduruğu altında olduğunu savunan Bıyıktay, Dersim’e yapılacak Türklük ve din esaslı bir harekata karşı çıkıyor. Silah yerine serbestliğin aracılığına inanan Bıyıktay, askerin bölgeyi silahsızlaştırmak için hızlı bir çalışma yapamaması durumunda, asıl silahlı grupların güvenlik güçlerinin bulamayacağı noktalara saklanacağı ve hedefin yerli halk olacağı yönünde görüş belirtiyor.
Dersim’in vilayet olması gerektiğini savunanan Bıyıktay raporunda, bölgeye yetiştirilmiş memurların gönderilmesi, yol ve köprü inşaatlarıyla hem bölgenin gelişmesi hem de yerli halka istihdam sağlanması gibi silah içermeyen çözümlere yöneliyor.

Şükrü Kaya Raporu, 1931
Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, kendisiyle aynı dönem rapor kaleme alan pek çok ismin tersine, Dersim’e yönelik herhangi bir askeri müdahalenin gerekli olmadığını savunuyor.
Aynı zamanda eski İçişleri Bakanı olan isim, 1931 yılında yazdığı raporda, Dersim’deki sorunun devlet eliyle yaratılmış olduğunu ifade ediyor.
Kaya raporunda, pek çok isimden farklı olarak ağaların baskısı altındaki halkın topraklandırılması ve ağalara bağımlılıklarının önüne geçilmesinin gereğini savunuyor.
Yerli memurların yerine idealist görevlilerini bölgeye tayin edilmesinin gereğini savunan Kaya; yol, okul gibi bölgeyi kalkındıracak adımları da destekliyor.
Olası bir askeri harekettan önce, bölgedeki tüm silahların toplanması, aşiret reislerinin batıya göçünün sağlanması ve bölgeye sığınan kaçak mahkumların yakalanması gerektiğini savunan Kaya raporunda, çeşitli safhalardan oluşan ve yıllarca sürmesi öngörülen bir plana yer veriyor.

Abdullah Alpdoğan Raporu, 1936
Dönemin Tunceli Valisi ve Dördüncü Umum Müfettişi Abdullah Alpdoğan, Dersim’e yönelik askeri bir operasyona destek veren isimler arasında yer alıyor.
Alpdoğan’ın 15 gün boyunca süren Umum Müfettişliği toplantısında paylaşılan raporunda Dersim’de "Hükümetin halkı Ermeniler gibi katledeceği gerekçesiyle" isyan tohumları ekildiğine yer veriliyor. Bölgedeki Türk aidiyeti kurulması ve arttırılması gerektiğini savunan Alpdoğan, bölge halkını 'dağ Türkçesi konuşan' ve 'kendisini Kürt zanneden Türkler' olarak tanımlıyor.
Alpdoğan’ın raporu, Dersim’e yönelik sert müdahalenin çıkış noktası ve hareket planı sayılabileceği için büyük önem arz eden bir metin diye tanımlanabilir.

İsmet İnönü Raporu, 1935
Şeyh Sait İsyanı’nın bastırılmasında önemli rol oynayan ve isyanın akabinde sıkı yönetim ilan eden dönemin başbakanı İsmet İnönü’nün raporunda Dersim’de olanların sorumluluğu devlet politikasıyla ilintilense de çözüm, iskan politikaları ve güvenlik tedbirlerinde aranıyor.
İnönü, bölgedeki sorunun zeminini, hükümetin halka inememesi, bölgedeki toprak ağası baskınlığı ve valilerin politika tutarsızlığı olarak görüyor. İnönü, bu değişkenlerin, Dersimli Kürtlerin soygun gibi suçlar işlediği, 'tekinsiz' bir ortam yarattığı görüşünü savunuyor.
Sorunun çözümünde asker gücünü anahtar olarak gören İnönü, bölgede 'Kürdistan kurulması tehlikesine' vurgu yapıyor. Tam da bu sebepten İnönü de kendisinden önce tespit ve çözüm önerisinde bulunan isimler gibi, bölgeye yönelik askeri operasyonların okullar yoluyla gerçekleştirilecek Türkleştirmeyle desteklenmesi gerektiğini düşünüyor.

Abidin Özmen Raporu, 1935
Umum Müfettişi Abidin Özmen, raporunda "Türk nüfusunun asimile olmasından" ve Ermenistan’daki Markist ve Leninist enstitülerde yapıldığını ifade ettiği Kürtçülükten duyduğu endişeyi dile getiriyor.
Özmen, öncüllerinden farklı olarak 'Kürtçülük' meselesini Suriye, ABD ve Rusya başta olmak üzere pek çok yabancı ülkenin desteğiyle oluşan bir sorun olarak görüyor.
Kürtlerin giderek artması endişesiyle yola çıkan isim, iskan politikaları, Türkçe eğitim, doğu bölgelerine özel öğretmenlerin gönderilmesi gibi önerilerin yanı sıra, daha önce telaffuz edilmemiş iki fikre daha yer veriyor: Türk erkeklerin Kürt kızlarıyla evlendirilmesi ve devşirme usulüyle çocukların ailelerinden alınıp ayrı yetiştirilmesi.
Sorunun çözümünün asimilasyon olduğunu savunan Özmen, raporunun sonunda meselenin zamana bırakılmamasına ve derhal çözümüne vurgu yapıyor.

Celal Bayar Raporu, 1936
Daha sonraları başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturacak İktisat Vekili Celal Bayar, 1936 yılında yazmış olduğu raporuyla, Kürt Sorunu’na, kısa bir süre önce bölgeyi inceleyen İnönü’den çok farklı bir tutumla yaklaşıyor. Bölgedeki sorunun vatandaşla devletin arasına girmiş olan ağalık sistemi olduğuna işaret eden Bayar, bölgede suç işleyenlere yönelik cezalandırma politikalarının kurunun yanında yaşın da yanmasına sebep olması ihtimaline değiniyor.
Doğu illerindeki otorite boşluğunun Cumhuriyet'in kuruluşunun çok öncesine dayandığını ve bu hassas soruna yönelik herhangi bir müdahalenin büyük hassasiyetle yapılması gerektiğini söylüyor.
Bölgeye deneyimli memurlar gönderilmesi gerektiğini savunan Bayar, bölgedeki ulaşım sorununun çözülmesinin öncelikli olduğunu düşünüyor. Sosyoekonomik yapının da önemine değinen iktisat vekili, köylünün toprak sahibi yapılması gerektiği ve bölgedeki ağalık sisteminin gücünün kırılması gerektiğini söylüyor.
Bayar ayrıca kendisinden önceki hiçbir raporda yer verilmeyen bir öneriyi dile getiriyor: Evlerinde çok vakit geçiren halkın el sanatlarına yönlendirilmesi. Ayrıca, henüz sanayileşmeye elverişli koşulların oluşmadığı bölgede, hayvancılık ve tarımın geliştirilmesi gerektiğine değiniyor.

CHP Azınlıklar Raporu, 1940
Yazarı ve yazılış tarihi bilinmeyen, ancak 1940 yılında Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) sunulan rapor, şimdiye kadar kaleme alınan pek çok raporla benzer bir perspektife sahip. Söz konusu rapor, Kürt Sorunu’nun çözümünde zorunlu iskan politikası ve asimilasyonla Türkleştirmenin gereğini savunuyor. Dil sorunun çözümüne öncelik verilmesi gerektiği savunulan raporda, bunun bölgeye yatılı okullar inşa edilmesi, Kürtçe bilen öğretmenlerin köy enstittülerine dahi alınmaması gibi sert çözüm önerilerine yer veriyor.

Avni Doğan Raporu, 1943
Birinci Umum Müfettişi Avni Doğan, 1943 yılında hazırladığı raporu, Abdülhalik Renda ve Cemil Uybadın’ın raporlarına dayandırıyor. Doğan’ın raporundaki "Cumhuriyetin Doğu’ya yerleşmesi, medeni milletlerin Afrika’ya yerleşmesi gibidir" cümlesi metnin en çarpıcı ifadelerinden biri olarak göze çarpıyor.
Doğan'ın raporu, kısa vadede bölgeye gönderilecek memurların şartlarının iyileştirilmesi, jandarma ve güvenliğin artırılması ve okullara bölge dışından öğretmen takviye edilmesi gibi 'önleyici' önerilerden oluşuyor. Ancak Doğan, uzun vadede izlenecek yolun şiddet içermemesi gerektiğinin altını çiziyor.
Doğan’ın aktarımında bir diğer dikkat çeken bölüm ise uzun vadeli çözümlerin 60-70 yıllık bir süreci kapsadığı kısmı. Doğan, bölgedeki çözümün anahtarı saydığı Türkleştirmenin çok uzun yıllar boyunca, yumuşak bir yöntemle uygulamaya koyulmasını savunuyor.

Burhan Ulutan Raporu, 1947
Maliye Müfettişi Burhan Ulutan, 1947 yılında kaleme aldığı raporunda, sorunun çözüm aracının silahlı kuvvetler, yönteminin de şiddet olmadığının altını kesin olarak çiziyor. Sınırların değişmemesi için bölge halkıyla devlet arasında yakınlık sağlanmasını savunan Ulutan, bölgede güç sahibi olan ağaların Irak ve İran’la yakın ilişkide olmasının sınır güvenliğine büyük bir darbe olduğu görüşünü aktarıyor.
Halkın devletten güleryüz ve iyi muamele beklediğini belirten Ulutan bölgeye, 'hırsız ve zalim' memurlar yerine iyi yetişmiş görevlilerin atanmasını gerekli görüyor. Başka bir deyişle Ulutan, şiddet siyasetine son verilmesi gereğini savunuyor.

27 Mayıs Raporu, 1961
1960 Darbesi’nin etkisi altında kaleme alınmış ve dönemi içerisindeki en keskin görüşlere sahip raporun en çarpıcı yargılarından birisinin "Kürt meselesi yoktur" cümlesi olduğu söylenebilir. Rapor, Doğu’daki soruna "Kendini Kürt sanan Türklerin meselesi" diye bakıyor.
1961 yılında kaleme alınan rapor, öncüllerinden çok daha bir sert iskan politikasını savunuyor. Bölgede asimilasyon politikasına hız verilmesi gerektiğini belirten rapor, Türklerin doğuya, Kürtlerin ise batıya yerleştirilmesini gerekli görüyor. Bölgenin Irak Kürtleriyle ilişkisinin kesilmesinin önemine işaret eden rapor, fabrikalar kurulması suretiyle bölgenin ekonomik anlamda güçlendirilmesini savunuyor.
Bölgeye yatılı okullar kurulması gerektiğinin savunulduğu raporda, güvenliğin sağlanabilmesi için bölgenin ulaşım bakımından iyileştirilmesi gerekliliği aktarılıyor. Raporda, öncüllerinden farklı olarak yer alan "akademik işler" bölümü dikkat çekiyor. Bu başlık, "Kürtlerin Türk olduğunu kanıtlayan" çalışmalara öncelik verilmesini destekliyor.

DSP Güneydoğu Raporu, 1987
Demokratik Sol Parti’nin 1987 yılında yayınladığı raporun ana fikrini, parti başkanı Bülent Ecevit’in bölgedeki güvenlik sorununun ancak güvenliğin sağlanmasının yanı sıra, sosyo-ekonomik çözüm planıyla çözülebileceği görüşü net şekilde ortaya koyuyor.
Bölgedeki sorunun feodal yapıyla ilintili olduğunu savunan rapor, sıkı yönetim gibi baskıcı yöntemler yerine, bölgede her yönden iyileştirici etki sağlamanın hedeflenmesi gerektiğine işaret ediyor.
BDP İl Başkanı Çelik ve beraberindeki iki kişinin emniyetteki sorgusu sürüyor.

SHP Raporu, 1990
Sosyaldemokrat Halkçı Parti’nin (SHP) 1990 yılında yayınladığı rapor, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki sorunun ayrılıkçı silahlı grupların yanı sıra, yanlış hükümet politikaları sebebiyle artarak sürdüğü görüşünü savunuyor. Bölgedeki anadil yasağına dikkat çeken rapor, sorunların demokratik bir yöntemle çözülmek yerine, baskının arttırılması yoluna gidildiğine işaret ediyor.
Herhangi bir etnik grubun diğerine göre daha avanatajlı olmadığı bir yurttaşlık tanımının hayata geçirilmesi gerektiği savunulan rapor, çözümü ekonomi politikalarında yapılacak değişimde görüyor. Rapor, bölgesel kalkınma için orta ve uzun vadedeki hedeflerin detaylıca belirlenmesini ve özel istihdam projelerinin hayata geçirilmesini destekliyor.
Ekonominin yanı sıra, devletin 'terör örgütlerine' yönelik tutumunda değişiklik yapması gerektiği belirtilen raporda, yönetimin bölge halkını silahlı örgütlere karşı yanına çekmesi öneriliyor.
Rapor ayrıca, çözüm için anayasadan başlayarak, olağanüstü hal kanunundaki kısıtlamaların kaldırılması ve tutukluluk süre ve koşulları başta olmak üzere pek çok konuda olumlu adım atılmasını destekliyor.
Kürt Sorunu’nu daha önceki raporlardan farklı olarak güvenlik ve ekonomi alanlarının dışında da inceleyen rapor, bölge halkının anadilde konuşma ve eğitim alma gibi hakları elde etmesi gerektiğini bildiriyor.

Recep Tayyip Erdoğan Raporu, 1991
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, 1991’de Refah Partisi İstanbul İl Başkanı’yken hazırlattığı raporda, daha önce 'Şark Sorunu' diye nitelendirilen sorunun aslında 'Kürt Sorunu' olduğu tespitine yer veriyor. Sorunun çözümünde resmi ideoloji ve devletin tutumunu sorgulayan Erdoğan, Kürtlerin etnik kökenleri sebebiyle çektikleri acının teleffuz edilebilmesinin çözüme giden ilk adım olduğu görüşünde.
Kürtlere, dillerini öğrenme gibi kültürel hakların tanınması gerektiğini savunan rapor, anadilde eğitimin de önünün açılmasının gereğini vurguluyor. Raporda, Kürtlere, Türklerle ortak paydaları olan İslam üzerinden ulaşılabileceğini savunuyor.
Kürtlerin çoğunluğunun Türkiye Cumhuriyeti’nden kopmak istemediğini vurgulayan rapor, çözümün şiddet ve baskıdan değil birleştirici bir tutumdan geçtiğine vurgu yapıyor.

MÇP Doğu ve Güneydoğu Anadolu Raporu, 1991
Muhafazakar Parti’nin 30 Kasım 1985 tarihinde adının değiştirmesiyle kurulan ve sekiz yıl boyunca faaliyet gösteren Milliyetçi Çalışma Partisi’nin kamuoyuyla paylaştığı tek çalışmasında PKK, ABD ve Batılı ülkelerin Anadolu’yu ele geçirmek için yarattıkları bir güç olarak görülüyor.
Doğu ve Güneydoğu’daki sorunu ekonomik olarak yorumlayan parti, raporunda, Kürt diye bir etnik kimlik ve Kürtçe diye bir dil olmadığını savunuyor.
Kürtlerin Türklerden geldiğini savunan parti, Kürt Sorunu'nu 'suni' olarak yorumluyor ve çözüm önerilerinde yalnızca ekonomiyi eleştiren bir stratejiyi hedefliyor.

Adnan Kahveci Raporu, 1992
Dönemin başbakanı Turgut Özal tarafından 1988 yılında getirildiği maliye bakanlığı görevi sırasında bir rapor kaleme alan Adnan Kahveci, silahlı faaliyetlerin, demokratikleşme adı altında verilen hak ve tavizlere rağmen sona ermeyeceğini savunuyor.
Türkiye’nin gerekli demokratik olguluğa erişmediğini savunan Kahveci, "Terör ile demokratikleşmeyi birbiriyle ilişkilendirmek en büyük hatadır" diyor.
Kürtlere talep ettikleri demokratik hakların sağlanmasının mühim olduğunu söyleyen Kahveci, sıkı terör yasalarının Avrupa’nın bazı ülkelerinde olduğu gibi uygulamaya koyulması gerektiğine vurgu yaparak silahlı faaliyetle Kürtlerin taleplerini net bir biçimde ayırıyor.
Kahveci ayrıca, bölünme endişesi taşımak yerine bölgenin ekonomik olarak geliştirilmesi önerisine de yer veriyor.

SHP 'Newroz' Raporu, 1992
Sosyal Demokrat Halkçı Parti’nin 'Newroz Raporu', 1992 yılı Nevruz kutlamalarında, güvenlik güçlerinin sivil halka ateş açtığı olaylarla ilgili tespit ve çözüm önerisi kaynağı olarak yazıldı. Askerin tek taraflı saldırısı mı yoksa karşılıklı çatışma mı olduğu tartışmalı olayların ardından, SHP ekibi Kürtlere yönelik pek çok özgürlüğü savunan çözüm önerileri sıralıyor. Bunlar arasında, olağanüstü hal, bölge valiliği ve köy koruculuğun kaldırılmasının yanı sıra, Kürtçe öğrenmenin, Kürtçe yayın yapmanın ve demokrasiyi destekleyen bölge yönetimlerinin önünün açılmasının gereği savunuluyor. Raporda, 'propaganda suçunun' kaldırılması tavsiye ediliyor.
Rapor, devletin bölgeye yatırım yapması ve bölgedeki işsizliğe çözüm getirmesinin önemine de yer veriyor.

ANAP Raporu, 1993
Anavatan Partisi’nin, 1993 yılında kaleme aldığı Kürt Raporu, Kahveci’ye benzer şekilde 'teröre' karşı sert tedbirler alınmasını, ancak bölge halkına haklar tanınmasını savunuyor.
PKK’nın Siirt’in Eruh ve Hakkari’nin Şemdinli ilçelerinde, 1984 yılında düzenlediği saldırılar ve sonrasında, 19 Temmuz 1987 tarihinde başlatılan 'Olağanüstü Hal' uygulamasına son verilmesi gerektiğini savunuyor.
Buna karşılık parti, öncelikli saydığı güvenlik konusunda çeşitli sıkı tedbirleri destekliyor. 1993 tarihli raporda, valilere yeni yetkiler verilmesi, Güvenlik Müsteşarlığı kurulması, terörle mücadele eğitimi görmüş polis ve jandarma sayısının artırılması, PKK için özel tip cezaevleri inşa edilmesi gibi tedbir önerilerine yer veriliyor.

Refah Partisi Güneydoğu Raporu, 1994
Refah Partisi’nin 1995 seçimleri öncesi yayınladığı raporda, henüz çözülemediği belirtilen 'terör sorununa' ilişkin durum tespitleri ve çözüm önerilerine yer veriliyor.
RP’nin raporunda, olağanüstü halin kaldırılması ve istihdam sorunun çözülmesi gibi öncüllerinin de yer verdiği çözüm önerilerinin yanı sıra, Kürtçe radyo ve televizyon yayını yapılması gibi öneriler getiriliyor.

TBMM Göç Araştırma Komisyonu Raporu, 1997-98
1997 tarihli TBMM Göç Araştırma Raporu, metnin kaleme alınışından bir yıl önce, dokuz CHP’li milletvekilinin Doğu ve Günyedoğu Anadolu bölgelerinde bazı yerleşimlerin boşaltılmasının ardındaki gerekçeleri araştırma çabasının eseri olarak ortaya çıktı.
Rapor, temel olarak 3 bin 428 yerleşim bölgesinde bulunan 57 bin 314 hanedeki, 378 bin 335 kişinin göç ettiğini ortaya koyuyor. Rapor, bu olgunun arkasında bulunan başta ekonomi ve güvenlik olan çeşitli sebeplere değiniyor.
CHP’li milletvekilleri, kaleme aldıkları metinde yerleşim birimlerinin boşaltılması uygulamasına son verilmesi, göçe tâbi tutulanlara tazminat ödenmesi, OHAL’in sona erdirilmesi ve TBMM bünyesinde kalıcı bir göç komisyonu kurulması gibi öneriler de bulunuyor.
Rapor, göçle sonuçlanan ve dönemin en önemli sorunlarından biri olan Kürt Sorunu’nun sivil irade olmadan çözülmesinin imkansız olduğu gibi tespitlerde bulunması açısından büyük önem teşkil ediyor.

CHP Demokratikleşme ve İnsan Hakları Raporu, 1999
CHP Merkez Yürütme Kurulu üyesi Algan Hacaloğlu’nun başkanlığındaki bir komisyon tarafından hazırlanan rapor, Doğu ve Güneydoğu Anadolu halkının yaşadığı 'mağduriyetin' sebep ve çözüm önerilerine yer veriyor.

DOSYA: KÜRT SORUNU
Bölgede şiddetin, eşitsizlik, hukuksuzluk ve kuralsızlığın hüküm sürdüğünün altının çizildiği raporda, 'polis devleti' görüntülerinin halk arasındaki güvensizlik ortamını körüklediği belirtiliyor. Birliğin ancak din veya ırktan bağımsız şekilde sağlanabileceğine değinen rapor, 'sosyal demokrasinin' yapıcı rolünün altını çiziyor.
Yargı sisteminde ve kanunlarda önemli değişiklikleri savunuyor ve ölüm cezasının koşulsuz olarak kaldırılması gerektiğini ifade ediyor.
Söz konusu rapor, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nden (DGM), olağanüstü hal uygulamaları ve illegal istihbarat birimi diye adlandırdığı JİTEM gibi baskı aracı olan ve insan haklarına aykırı saydığı pek çok kurum ve uygulamanın sonlanması taraftarı olması açısından da önem arz ediyor.

Algan Hacaloğlu Raporu, 2000
1992 yılında insan hakları üzerine rapor yazan komisyonun başındaki isim olan Hacaloğlu, bir yıl önceki raporla büyük tutarlılıklar içeren yeni bir 'demoratikleşme' belgesine imza attı.
Çoğulcu demokrasinin hayata geçemediğini savunan rapor, Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi sicili, askerler ve silahlı grupların kan dökmesi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun hak mahrumiyeti, köy boşaltmaları uygulamalarının sürmesi ve anti-demokratik kurum ve uygulamalarının kaldırılması önerisinin yanı sıra, yeni bir anayasa yazılması tavsiyesiyle dikkat çekiyor.

DTP Siyasi Tutum Belgesi, 2007
Demokratik Toplum Partisi’nin 8 Kasım 2007 tarihinde yayınladığı belge, Kürt Sorunu’nun çözümünde Halkın Emek Partisi’nden (HEP) doğan oluşumların yayınladığı belgeler arasında en net ve detaylısı oldu. Söz konusu belge, son döneme kadar Kürt Sorunu’nun çözümü adına yapılan tartışmalarda önemli bir tez olarak karşılaşılır nitelikte.
Bunlardan birisi, belgenin önemine vurgu yaptığı 'Türkiyelilik üst kimliği' oldu. Parti, yerel yönetimleri güçlendirmeyi amaçlayan 'demokratik özerklik' fikrinin de savunucu oldu. Kültürel farklılıkların ifadesi önündeki engellerin kaldırılmasının gereğini savunan parti, bunun da sağlıktan güvenliğe toplumu ilgilendiren tüm konularla yetkilenmiş bölge meclislerinin kurularak gerçekleşeceğini söylüyor.
Öncüllerinin olduğu gibi, Doğu ve Güneydoğu’da ekonomik kalkınmayı da zorunlu gören parti, göç sorununun çözümü için ekonomik alt yapının oluşturulması gerektiği yönünde görüş belirtiyor. DTP, bölgedeki refahın ancak işsizlik, eğitim, kadın ve sağlık sorunlarının çözüme ulaşmasından geçtiğini ifade ediyor.

Saadet Partisi Raporu, 2009
Milli Görüş Hareketi’nin Fazilet Partisi’nden sonra kurulan son partisi SP'nin 2009’da yayınladığı belge, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da süregelen sorunu "kirli bir oyun" olarak niteliyor ve bu sorunun acil bir şekilde çözümünün gereğini savunuyor. Kürt ve Türkler için "aynı medeniyetin varisleri" diyen parti, ırkçılık karşıtı net bir tutum sergiliyor.
Türkiye’de değişimin ancak anayasal değişiklikleri de kapsamak suretiyle gerçekleşeceği ifade edilen raporda, insan hakları da önemli yer tutuyor. Türkiye’deki hukuki uygulamalar sebebiyle 18 yaşın altındaki pek çok sayıda kişinin "terör örgütüne yardım ve yataklık" suçlamalarıyla 10 yılla yargılandıklarına değiniyor, söz konusu maddelerin derhal değiştirilmesi gerektiğini belirtiyor.
Sorunun anahtarını itidalde gören SP, hükümetin daha yumuşak bir tavır ve söylem geliştirmesini, sorunun çözümünde de hükümetin değil devletin taraf alınması gerektiğini dile getiriyor. Parti her şeyden önce, Kürt Sorunu’nun demokratikleşme sorunu olarak algılanmasının iyi bir başlangıç olacağı şeklinde görüş bildiriyor.
Kitapta, açılım süreci soru cevap şeklinde anlatılıyor.

AK Parti Demokratik Açılım Kitapçığı, 2010 
2002 yılından beri iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi, Kürt Sorunu üzerine bilinen herhangi bir rapor yayınlamasa da, 2010 yılının başında soruna çözüm olarak getirdiği 'demokratik açılım' sürecini anlatan 133 sayfalık bir kitap yayınladı.
Halkı bilgilendirme amacıyla kaleme alınan belgede AK Parti, öncelikli olarak kültürel yeniliklere yönelerek, farklı lehçe ve dil kurslarının teşviği, devlet tiyatrolarında Kürtçe oyun sergilenmesi ve bölge isimlerin halk çoğunluğunun isteğine göre değiştirilmesi gibi değişiklikleri hedeflediğini açıkladı.
Orta vadede siyasi değişikleri hedefleyen parti, hukuki ve kurumsal değişiklik hedefleri olduğunu aktardı. İktidar partisi, siyasi partilerin farklı dil ve lehçelerde propaganda yapmasının önünün açılması, İnsan Hakları Kurumu kurulması, BM’nin işkenceye karşı olan protokolünün imzalanması ve bu sorunun uygulamadan da kalkması için destekleyici önlemler alınması gibi hedefler belirledi. Parti, Türkiye’nin içinde bulunduğu yeni anayasa yazılması hedefini de söz konusu metinde telaffuz etti.
AK Parti’nin 'açılım süreci' olarak tanımladığı süreç, ekonomik yatırımlar, idari ve hukuki değişikler ve çeşitli kültürel adımları kapsarken; anadilde eğitim gibi halen tartışma konusu olan konuları kapsamıyor.
Kaynak: Al Jazeera